29 Mayıs 2012 tarihinde Economist bloglarından Prospero’da Adam Phillips ile şiir-psikanaliz ilişkisi üzerine kısa bir söyleşi yayınlanmış. Biz de bu söyleşiden birkaç soru ve yanıtı sizlerle paylaşmak istedik. Söyleşinin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Psikanaliz ile şiir arasında sizce nasıl bir ilişki var?
Bence en belirgin ilişki, her ikisinin de dil sanatı olması. Freud tam olarak şiirsel konuştuğumuzu söylemiyor aslında çünkü şiirlerin mısralarının sonları vardır. Öte yandan bizler şiirlerde görmeye alışık olduğumuz türden keskin ve muğlak bir dille konuşma potansiyeli taşırız. Yani biraz daha farklı ifade edecek olursam; şiir okumak, psikanalistler için iyi bir eğitim olacaktır.
“Flört Üzerine”nin önsözünde psikanaliz için ‘‘bir nevi uygulamalı şiir” (Ayrıntı Yayınları, s. 12, Çev. Özden Arıkan) tabirini kullanmışsınız – bunu biraz daha açar mısınız?
Bir yanda, psikanalizde bir sorunu çözme, birini tedavi etme ya da en azından yaşadığı sıkıntıya dikkat verme girişimi söz konusu olduğundan, uygulamalı bir boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Ama psikanalizin yaptığı bir diğer şey de kişinin konuşmasına imkan sağlamaktır. Psikanaliz, kişinin kendisini olabildiğince anlatması için gereken koşulları yaratma çabasıdır.
Bir bakımdan diyebiliriz ki Freud insanların oldukları şiiri tam olarak dile getiremeseler bile kendilerini olabildiğince açıkça ifade edebildikleri bir ortam veya tedavi icat etmiştir. Seans yaklaşık 50 dakika sürer, her hafta aynı saattedir, tıpkı bir sonenin her zaman 14 mısradan oluşması gibi. Benzer bir durum. Bu biçim, ifadeyi mümkün kılar.
Yani şiir kısıtlılığı itibariyle ile terapi biçimleriyle benzeşir?
Kesinlikle.
Hem psikanalizin hem de şiirin – muğlak ve zor olması açısından – bazen kötü bir şöhrete sahip olabilmesi üzerine bir analoji kurmak mümkün mü?
Bir açıdan bakıldığında bu bir zevk meselesi. İnsanlar bir şeyi sevmiyorsa sevmiyordur. Bunun haricindeki durumlarda ise ortada direnç veya korku olduğunu söyleyebiliriz. Şiirin tıpkı müzik gibi onlarda istemedikleri veya istemediklerine inandıkları etkiler yaratabileceğinden korkabilirler. Psikanalizden nefret eden insanlar genelde bu görüşlerinden vazgeçmezler. Ve bence bunun nedeni, psikanalizle ilgili temas etmeye devam etmek istedikleri bir şey olmasıdır. Çünkü psikanaliz bir şeyi tutuyordur, tıpkı şiir gibi.
Şiirin, tıpkı müzik gibi, insanlara hissetmek istemedikleri şeyleri hissettirebileceğini söylediğinizde, şiirin terapötik bir işlevi olabileceğini mi kast ediyorsunuz?
Evet, bence kesinlikle böyle bir işlevi var. Kafka’nın günlüklerinde geçen bir laf var; ”Edebiyat, içimizdeki donmuş denizin buzlarını kıracak bir baltadır” gibi bir şey diyor. Bence bu yoğunluk ve duygusal yaşamlarımızın aşırılıkları bizi çok korkutuyor. Ve sanat – şiiri seviyorsanız şiir, ama müzik de olabilir – duygularınızı hem taşımanızı hem de onlardan haz almanızı sağlar. Ayrıca içinizdeki sizin için en çok önem taşıyan şeyleri keşfetmiş olursunuz. Sizi etkiledi mi tam etkiler, kayıtsız kalamazsınız.
Rock and roll müziğin vahşi dünyası çoğu zaman Mick Jagger, Elvis Presley ve Jim Morrison gibi isimlerin gürültülü kalabalığın önünde yaptığı gösterişli hareketlerle ilişkilendirilir. En azından akla ilk gelenin analitik purosundan ağır nefesler alırken bilinçdışı zihnin karanlık sırları üzerine düşünen asık suratlı bir Sigmund Freud olmadığı kesin. Buna rağmen, her ne kadar ayrı dünyalara ait gibi dursalar da, rock tarihindeki en büyük isimleri psikanalizin geçmişindeki en büyük yıldızla anlamlı bir biçimde ilişkilendirmek mümkün çünkü hepsi benzer şeylerle meşgul olmuşlar – alt benliğe bulanmış duygu ve imgelerin serbest ifadesi. Jagger izleyicilere ”tatmin olamadığını” (can’t get no satisfaction) fısıldarken, Morrison babasını öldürüp annesine sahip olmak isteği üzerine bir şarkı söylerken veya Iggy Pop’un ifadeleri I Wanna Be Your Dog (Köpeğin Olmak İstiyorum) isimli parçada sapkına doğru meyil ederken, arka plandaki içsel güçleri sakallı ihtiyar Sigmund Amca’dan daha iyi kim anlayabilir?
Rock and Roll (salla ve kıvır) tabiri zaten kelime anlamı itibariyle cinsel birleşmeye Freud’un takdir edeceği türden bir atıfta bulunur. Gelgelelim, rock müzik ve psikanaliz arasındaki ilişki, buluştukları cinsellikle erken meşguliyet zemininden çok daha derindir. Her iki disiplin de erken dönem erotik obsesyonlarından benzer noktalara yönelmiş; kırılganlık, kayıp, özgüven ihtiyaçları ve hatta gerçekliğin doğası gibi temaları ele almaya başlamıştır. Psikanaliz Freud’dan doğup D.W. Winnicott, Heinz Kohut ve Wilfred Bion isimlerine dallanırken; rock Elvis Presley’den Elvis Costello’ya, Talking Heads’e ve Nirvana’ya evrilmiştir. Rock ve psikanaliz gibi aralarında dağlar kadar fark varmış gibi görünen iki alan, bazı açılardan kusursuz bir çift olabilir. İlki, içebakışın yaratıcı ve serbest ifadesi için mükemmel bir araçtır; ikincisi ise bu ifadelerin ne ile alakalı olduğunu anlamak ve şifrelerini çözmek için ideal çerçeveyi sağlar. Freud kendi yazılarında müzikle ilgili konulardan kaçınmışsa da, rock albümü formatının ruhsallıkiçi deneyimin ifadesini kolaylaştıracak pek çok unsur barındığını muhtemelen kabul ederdi (Brog, 2002). Müziğin dinleyen kişide derin duygu durumları açığa çıkarma gücü taşıdığı uzun süredir kabul edilen bir şeydir. Bu duygular dinleyiciyi sanatçının duygu dünyasını paylaşmaya davet edebileceği gibi, onu zorla ele de geçirebilir. Bu etkileşimin yansıtmalı özdeşim işlevi gördüğü düşünülebilir (Brog, 1995). Ayrıca müzik, gerek bestesi gerekse düzenlemesi itibariyle, bir dizi farklı ruhsallık içi savunma kümelenmesi biçimi alabilir. Mesela sakin bir melodi tekrar tekrar çalındığında altta yatan rahatsız edici bir ritmin üstünü örtebilir, dolayısıyla da savunma niteliği taşıyan bir bastırma görevi görür. Dürtü, savunma ve duygulanımla ilgili çeşitli ifadeler de bir şarkının bestesine ve düzenlemesine yedirilebilir.
Sözlerin ve albüm formatının eklenmesi ile doğal olarak iletişim potansiyeli de genişler. Sözler, müzikle aktarılan duygularla uyumlu olunca duygusal varlığı daha güçlü ortaya koyar. Güçlü bir duygu iletkeni olan müzik, sözel anlatıya eşlik eden duygusal unsurları netleştirebilir, artırabilir veya onlarla çelişebilir. Müzikle sözcüklerin iç içe geçmesinin doğasında olan yaratıcı olasılıklara uyumlu hareket eden sanatçılar, şarkıları vasıtasıyla içsel deneyimlerini müziğin ya da sözcüklerin tek başına taşıyamayacağı bir derinlik ve karmaşıklıkla ifade edebilir.
Buna ek olarak, şarkıları bir albüm formatı içerisinde sıralamak (albüm kapağı ve iç ambalajın da eklenmesiyle) çağrışım olasılıklarını iyice çoğaltır. Şarkıların dizilimi henüz tam olgunlaşmamış bir hikaye izlenimi yaratabilir; tıpkı Beatles’ın Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club Band veya Who’nun Tommy albümünde olduğu gibi. Bu dizilim, dinleyicinin albüm boyunca öne çıkan temalarla ve onların çeşitlemeleriyle özdeşleşmesine imkan tanır. Analizanın seans boyunca ürettiği serbest çağrışımlarda olduğu üzere, tema itibariyle birbiriyle ilişkili şarkılardan oluşan etkin bir rock albümünde de bütünün parçaların toplamından fazla olmasını bekleriz. Çok sayıda yetenekli müzisyen bu özelliklerden yararlanarak içebakışlarını yaratıcı ifadelerle seslendirmişlerdir. Bu albümlerin zenginliği ve çarpıcılığı, hiç şüphesiz çağrışımları tetikleyen ve duygusal olarak yüklü bir dinleme deneyimi yaratır. Freud’un modern çağdaki bir takipçisi olarak, bu deneyimin psikanalitik açıdan soruşturulması gerektiğine inanıyorum.
Örneğin John Lennon’ın Beatles’ın 1968 tarihli White Album’üne katkılarını ele alalım (Brog, 1995). Buradaki parçalar grubun Yogi Maharishi Mahesh’ten spiritüel rehberlik almak üzere gittiği başarısız Hindistan seyahatinin ardından yazılmış ve kaydedilmiştir. Bu yolculuk esnasında grubun Maharishi’nin bir tür şarlatan olduğu sonucuna üzülerek vardığı ve daha önce hayranlıklarını açıkça ifade ettikleri bir kişiye karşı hayal kırıklığı içinde Hindistan’dan ayrıldığı sıkça yazılmıştı (Brown ve Gaines, 1983). Lennon’ın albüme katkılarının bu hayal kırıklığının ondaki yansımasını temsil ettiği söylenebilir; analitik dilde buna Maharishi ile bağlantılı olarak idealize edilmiş bir kendilik nesnesi oluşturma girişiminin başarısızlığa uğraması da diyebiliriz. Bu yansımalar arasında Maharishi’ye yönelik öfke (Sexy Sadie’deki küçük düşüren baştan çıkarıcı kadın); şaşaalı figürleri yerme eğilimi (Bungalow Bill); depresyon (Yer Blues ve I’m So Tired); kayıp nesnelerle bağlantı kurma arzusunun yeniden canlanması (ölmüş annesiyle temas etme yakarışı olan Julia) sayılabilir. İfade edebileceği geride kalan tek tük sevgi duygusunu da (yumuşak Goodnight) şarkıyı başkasına (Ringo) söyleterek yadsımıştır. Adeta sevgisini bölüp başkasına yerleştirerek öfkeli duygularından korumak istemiştir. Albümün en rahatsız edici parçası olan Revolution 9 ise bir şarkıdan ziyade bir tür uç uca eklenmiş ve haddinden fazla uzun uyumsuz sesler koleksiyonudur. Bu dolambaçlı ve müzikal olmayan anomali ile Lennon dinleyici sarsarak tacize uğramış hissettirir ve başını döndürür (Beethoven’ın bir senfonisini dinlerken uyanan hislerinizin aniden giren bir heavy metal parçasıyla bölündüğünü düşünün, ne demek istediğimi anlayacaksınızdır). Beatles hayranlarının büyük kısmı bu ‘şarkı’dan nefret etmiştir. Kendisine tapan hayranlarını hayal kırıklığına uğratan Lennon, bu sayede Maharishi’nin kendisinde yarattığı sarsıcı hayal kırıklığını onların sahiplenmesini sağlamıştır (ki bunu pasifin aktife çevrilmesi ve hatta yansıtmalı özdeşim olarak okuyabiliriz?) Buna dinleyiciler karar versin.
Lennon’ın bu albümdeki katkılarını Paul McCartney’ninkilerle karşılaştırmak da ikisinin kişilik yapıları arasındaki farkı ortaya koyacağından ilginç olabilir. Hindistan’da benzer bir hayal kırıklığı yaşamış olmasına rağmen, McCartney’nin albüme katkılarında bu olaylara ilişkin pek bir tepki göremeyiz. Bunun yerine, We Don’t Do It In The Road, Helter Skelter ve Birthday gibi parçalarda cinsel meşguliyetlerini net bir şekilde ortaya koyar; I Will ve Marthe My Dear gibi parçalarda benzer alt benlik dürtülerinin daha yüceltilmiş ifade biçimlerini görürüz.
Özellikle de Rock Raccoon cinsel itkilerle ilgili karmaşayı açıkça ortaya koyan bir parçadır. Bu şarkıda silahşor Rocky’nin, arzuladığı kadın olan Nancy’nin kalbini çalan rakibinden intikam alma çabası anlatılır. İkisinin dans ettiği bir odaya (buna birincil sahne diyebiliriz) bir hışımla giren Rocky’i kendisinden daha iyi bir silahşor olduğu anlaşılan rakibi yaralar. Nancy’i kaybetse de, tamamen eli boş döndüğünü söyleyemeyiz çünkü otel odasında bulduğu Gideonun İncili onu intikam hırsını ve hasedini bırakıp daha yüksek ülkülerin peşinden koşmaya ikna eder. Herhalde Freud bu şarkının Rocky’nin Oidipus karmaşasının çözümünü anlattığını söylerdi; kendisinden daha güçlü bir savaşçının tehdidi sonucu erişilmez sevgi nesnesinden feragat etmek zorunda kalıyor, sonunda da bir tür teselli ödülü olarak ahlaki değerler ön plana çıkıyor.
Bazen albümün yapımcısı grubun kendisini serbestçe ifade etmesini teşvik edip albüm içeriğinin derinleşmesine vesile olabilir. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Talking Heads’in meşhur 1980 tarihli albümü Remain in Light’tır (Brog, 2002). Yapımcı Brian Eno, müzisyenleri şarkıları yazarken içgüdülerini izlemeleri ve spontan davranmaları yönünde cesaretlendirmiştir. Stüdyoya hazırlıksız gelmelerini, enstrümanlarla deneysel çalışmalarını ve şarkı yazma sürecindeki hataları yakalayıp onlardan faydalanmalarını istemiştir (Gans, 1985). Eno bu anlamda grup için psikanalist rolü üstlenmiş diyebiliriz; serbest çağrışımı teşvik etmiş ve daha sonra birincil süreç malzemesine bir şekil ve bütünlük kazandırmıştır.
Bu süreç sonucunda ortaya çıkan albüm, pek çok açıdan takdire şayandır. Solist David Byrne’nin sözlerinde çarpıcı bir serbest çağrışım havası vardır ve albüm boyunca kayıp, gizlenmiş, bölünmüş ve parçalanmakta olan bir kimlik ile bütünlüklü bir kendilik duyumunu koruma çabası gibi temaların egemenliği göze çarpmaktadır (albümün rahatsız edici kapağında dört grup üyesinin bilgisayarla yapılmış ve adeta onları kişiliksizleştiren maskelerle portreleri yer alır ki bu da kimlik bozulması temalarını yansıtır). Psikotik ve şizoid deneyimlere işaret ettiği söylenebilecek pek çok şarkıdaki anlatım, Bion ve Harry Guntrip’in yazılarına tekinsiz bir benzerlik taşır. En çarpıcı olanı da bu albümün müziği kullanma biçiminin bu rahatsız edici deneyimlerle ilişkili olarak savunmacı ve telafi edici bir işlev üstlenmesidir.
Cross-Eyed ve Painless’ta canlı ve insanı hareketlendiren ritimler, şarkının sözlerinde ifade edilen kendiliğin çözülmesi haline bir mesafe koyan kapsayıcı bir işlev sağlamak için kullanılmış gibidir. Yine The Great Curve’deki tahrik edici ritim psikotik kişiliğin psikotik olmayan parçalarını güçlendirir. Listenin Wind sesi ve müziği, ötekinin rahatlatıcı varlığını temin eden bir geçiş nesnesi olarak kullanır. Albümün en bilindik şarkısı Once in a Lifetime’da ise gerçek kendiliğin şizoid batışı şarkının titrek, hipnotik arkaplan sesleriyle yansıtılır ki bu da dinleyen kişiyi rüya gibi bir kopukluk haline sokma tehdidi taşır.
Elbette gerek Beatles gerekse Talking Heads, rock albümünü çağrışımsal ruhsallık içi deneyimleri serbestçe ifade etmek amacıyla kullanan pek çok gruptan yalnızca ikisidir. Dikkatli bir kulak, pek çok albümün psikanalitik açıdan değerlendirilebileceğini takdir edecektir. O halde siz de bundan sonra en sevdiğiniz albümü evde çalacağınız zaman ışıkları kapatın, rahat bir koltuğa yerleşin, kendinize bir kadeh şarap koyun (ve hatta Freudcu bir puro yakın) ve hoparlörden gelen müziği analistin serbest dikkatiyle dinleyin. Keşifleriniz sizi şaşırtabilir.
Dr. Brog, St. Louis Psikanaliz Enstitüsü’nde öğretim görevlisidir.
Kaynaklar
Brog MA (1995), The phenomena of Pine’s “four psychologies”: Their contrast and interplay as exhibited in the Beatles’ “White Album.” Am J Psychother 49(3):385-404.
Brog MA (2002), “Living turned inside out”: the musical expression of psychotic and schizoid experience in Talking Heads’ Remain in Light. Am J Psychoanal 62(2):163-184.
Brown P, Gaines S (1983), The Love You Make: An Insider’s Story of the Beatles. New York: McGraw Hill.
Gans D (1985), Talking Heads. New York: Avon Books.
Ruhsal yapının oluşumunun incelenmesi, bilimsel psikolojinin görevidir. Bu niteliği ile, ancak ruhsal süreçlerin ekonomisini ve dinamiğini anlamak ve anlatmak için gerekli yöntemlere sahip bir psikoloji söz konusu olabilir. Psikanaliz ile maddeci diyalektik arasındaki ilişkiler üzerinde yaptığım çalışmada, psikanalizin, kendisinden hareketle maddeci diyalektik bir psikolojinin geliştirilmesi gereken bir çekirdek olduğunu kanıtlamaya uğraştım. Bilim adamları dünyasının burjuva görüş açısı, genellikle kendi bilim dallarına biçim değiştirmiş kavramlar ve yanlış ilkeler soktuğu için, bütün maddeci ve diyalektik psikoloji denemeleri, herşeyden önce yöntemsel bir eleştiriyi gerektiriyor. Sözünü ettiğim çalışmada, psikanalizden bir sosyoloji çıkarılabileceği olanağım yadsıdım; çünkü, toplumsal süreçlere uygulandığında, psikolojinin yönteminin ister istemez idealist ve metafizik sonuçlara götürmesi gerekir. Nitekim böyle olmuştur. Bu bana, “ilkel sosyoloji” ile uğraşan psikanalistlerin çok sert biçimde saldırmaları sonucunu doğurdu. Hiçbir psikolojik yöntemin sosyolojik sorunlara uygulanamıyacağı benim için ne kadar açıksa, insanların “öznel eylem” sorunları ve ideolojinin oluşması söz konusu olduğu andan itibaren, sosyolojinin psikolojiden vazgeçemiyeceği de aynı derecede kesindi. Psikanalize sosyolojide bir yer vermeyi deneyen geçici bir formülü sonunda bulduktan sonra, kendi kendimle çeliştiğimi söyleyerek Sapir bana saldırdı. Bir yandan psikanalizmin sosyolojiye uygulanmasına karşı çıktığım halde, öte yandan herşeye karşın ona belirli bir yer ayırdığım için, bana böyle bir eleştiride bulunmak zor değildi. Beni eleştirenlerin işinin, benim işime oranla çok daha kolayolduğu açıktı. Bir kısmı, polisin varl1ğının kitlelerin cezalandırılma gereksinmeleri ile açıklanması gerektiğini öne süren savlan ile zaferlerini kutlayan “psikanalitik sosyoloji”lerini işin içine karıştırmaya devam etmer. Diğerleri, psikanalizmin “idealist” bir bilim dalı olduğunu ve bu konuyla ilgilenmemenin daha iyi olacağını kısa yoldan savunarak, bu tür zor sorunların tümünü bir çırpıda bir kenara ittiler. Sorunları aydınlatmak için çok az çaba sarfetmenin kanıtı idi bu. Birçok eleştirmen, örneğin Sapir gibi, aynı zamanda psikanalizin bir dizi temel buluşlar yaptığını, en iyi cinsel kuramı oluşturduğunu, bilinç altını ve cinsel bilinç altına itilmeyi (refoulement) ve dolayısıyle ruhsal süreci ortaya çıkardığını vb. kabul etmek zorunda kaldıklarını söyleyerek, kendi kendilerini yadsımış oluyorlardı. İdealist bir bilim dalının nasıl olup da böylesine önemli buluşlar yapabildiğini sorduğumda yanıtsız kaldım.
Açıkça söyleyelim şunu: Bugün, Freud’un gerçekleştirmiş olduğu devrimci buluşu kavramak; yalnızca varlığını kabul etmek değil de, anlamını da bilmek isteyen kimse, bizi Freud’dan ayıran ideolojik önyargıların uçsuz bucaksız alanını aşıp geçmek için eleştirel ve kuramsal büyük çabalar harcamak zorundadır. Çünkü, ilerde görüleceği gibi Freud’un buluşu, özleri bakımından kendisine yabancı bilgi dallarına (biyoloji, ruhbilim, toplumbilim, felsefe) indirgenmekle yetinilmemiş; birçok psikanalizci (özellikle Amerikan okuluna bağlı olanlar), bu revizyonizmin suç ortağı olmakla kalmamış; dahası, bu revizyonizmin kendisi, psikanalizi konu edinen ve ona gadreden olağanüstü sömürüye nesnel olarak hizmet de etmiştir. Bundan ötürü, bir zamanlar (1948’de) Fransız Marksçıları, bu sömürünün, ideolojik mücadelede, Marksçılığa karşı bir kanıt; bilinçleri yıldırmak ve şaşırtmak için pratik bir araç olarak kullanıldığını boşuna söylememişlerdi.
Ne var ki bugün, sözü geçen Marksçıların, iç yüzünü açığa çıkardıkları bu ideolojinin, dolaylı ya da dolaysız olarak özel bir biçimde kurbanı olduklarını söyleyebiliriz. Bunun nedeni, Fransız Marksçılarının, bu ideolojiyi, Freud’un devrimci buluşu ile karıştırmaları ve böylece pratikte, düşmanın dayanak noktalarını olduğu gibi kabullenmeleri, onun özel durumunu benimsemeleri ve düşmanın kendilerine kabul ettirdiği imgede, psikanalizin kalp gerçekliğini algılamalarıdır. Marksçılık ile psikanaliz arasındaki ilişkilerin bütün tarihi, özü bakımından, bu karışıklığa ve sahteciliğe dayanır.
Bu durumdan sıyrılmanın çok güç olduğunu, bu ideolojinin yerine getirdiği işlevden anlayabiliriz. Gerçekten de bu durumda, «egemen» fikirler, «egemenlik altına alma» rolünü kusursuz bir biçimde oynamışlar, bu fikirlerle savaşmak isteyenlere, onlar farkına varmaksızın kendilerini kabul ettirmişlerdi. Aynı güçlüğü, bu sömürüyü olanaklı kılan psikanalitik revizyonizmin varlığıyla da açıklıyoruz: Gerçekten de, ideoloji derekesine düşüş, psikanalizin, biyolojiciliğe, ruhbilimciliğe ve toplumbilimciliğe[1] düşmesiyle başlamıştır.
Bu revizyonizmin, yetkesini (otoritesini), yeni bir buluş yapan herkes gibi bu buluşunu, o gün el altında bulunan ve bundan ötürü başka amaçlar için kurulmuş olan kuramsal kavramlar içinde düşünmek zorunda kalan Freud’un (Marx da, buluşunu, belli birtakım Hegelci kavramlar içinde düşünmek zorunda kalmamış mıydı?) bazı karanlık kavramlarına dayandırdığını da kolayca görüyoruz. Yeni bilimlerin tarihinden biraz haberi olan ve bir buluşu, ilk ortaya çıktığında dile getiren, ama bilgilerin ilerleyişiyle battallaşarak daha sonra maskeleyen kavramlarda, bu buluşun ve nesnesinin indirgenmez yanını saptayıp ayırt etme kaygusunda olan bir kimseyi şaşırtacak bir şey yoktur burada.
Demek ki bugün, Freud’a dönüş, şunların yapılmasını gerekli kılıyor:
Freud’un, gericiliğin elinde sömürülmesinin ideolojik kabuğunu kaba bir şaşırtmaca olarak bir yana atmakla yetinmemek;
Psikanalitik revizyonizmin şu ya da bu ölçüde bilimsel bilgi dallarının büyüleyici etkisiyle desteklenen daha ince anlam karışıklıklarına düşmekten de kaçınmak;
Ve nihayet, Freud’un kullandığı kavramlarda, bu kavramlar ile taşıdıkları düşünce içeriği arasındaki gerçek epistemolojik ilişki’yi bulup tanımak ve tanımlamak için ciddi bir tarihsel-kuramsal eleştiri çabasına girişmek.
Fransa’da, Lacan’ın pratikte başlattığı bu üç katlı ideolojik eleştiri (1., 2.) ve epistemolojik aydınlatma çalışması (3.) yapılmaksızın, Freud’un buluşu, özgüllüğü içinde, ulaşamadığımız bir şey olarak kalacaktır. Freud’un gerici ideolojik sömürülüşünü reddetsek de; biyolojik-ruhbilimsel-toplumbilimsel revizyonizmin çeşitli türlerini, şu ya da bu ölçüde bilinçsizce benimsesek de, bize sunulmuş olanı Freud’un kendisi sanarak kabul etmek zorunda kalışımız, daha da sakıncalı olacaktır. Her iki durumda da, ideolojik sömürünün ve kuramsal revizyonizmin belirtik ya da örtük kategorilerinin, farklı düzeylerde tutsağı olmaktan kurtulamayacağız. Marx’ın düşüncesinin, düşmanları tarafından nasıl çarpıtıldığını bilen Marksçılar, Freud’un da kendi bakımından, başına benzer şeylerin geldiğini ve gerçek bir «Freud’a dönüş»ün kuramsal önemini kavrayabilirler.
Böylesine önemli bir sorunu irdelemek isteyen bu denli kısa bir yazının, ele aldığı soruna hıyanet etmek istemiyorsa, esasla yetinmek; bu nesneyi aydınlatmanın kaçınılmaz önkoşulu olan şeyi yaparak, yani bir ilk tanımını vermek için psikanalizin nesnesini, bu nesnenin saptanmasını sağlayan kavramların içine oturtmakla sınırlı kalmak zorunda olduğunu da kabul edeceklerdir sanırım. Bundan ötürü, bu kavramları, kaba bir vülgarizasyon açımlamasıyla bayağılaştırmayarak ve çok daha uzun bir yazıyı gerektirecek gerçek bir çözümlemeden geçirerek geliştirmeye de kalkışmayarak, her bilimsel bilgi dalında olduğu gibi elden geldiğince şaşmaz bir biçimde ortaya koymak gerektiğini de kabul edeceklerdir.
Herkesin yapabileceği bir ciddi Freud ve Lacan incelemesi, bu kavramların değerini doğru olarak saptayabilecek ve şimdiden zengin sonuçlar ve vaatlerle yüklü bu kuramsal düşünüm [reflexion] alanında askıda kalmış sorunların tanımlanması olanağını yaratacaktır.
(…)
[1] Gerçekleri, yalnızca biyolojiye, ruhbilime, toplumbilime indirgeyerek tek yanlı bir biçimde açıklamaya kalkışan anlayışlar söz konusu burada. (Ç.N.)
Psiko-analitik tekniğin ilk günlerinden bu yana ne çok değiştiğini öğrencilere tekrar tekrar hatırlatmayı önemli buluyorum. Başlangıçta, Breuer’in katarsisi döneminde, belirtinin ilk oluştuğu an mercek altına taşınıyor, bu durumda rol oynamış zihin süreçlerinin yeniden canlandırılması için uğraşılıyor ve bu sayede onların bilinçli faaliyetle boşaltılacağı düşünülüyordu. Hipnotik durumun da yardımıyla, hastanın hatırlaması ve duygularını boşaltması hedefine yönelik olarak çalışılıyordu. Bir sonraki dönemde ise hipnozdan vazgeçildi ve temel görev hastanın hatırlayamadıklarını serbest çağrışımlarından çıkarmaya dönüştü. Yorumlarla ve yol açtığı sonuçların hastayla paylaşılmasıyla, direnç aşılacaktı. Belirtinin oluşmasına yol açan durumların yanında, hastalığın patlak vermesinin ardında yatan diğer durumlar da odak dahilinde kaldı. Gelgelelim, duyguların boşaltılması unsuru geri plana düştü ve sanki, psiko-analizin temel kuralıyla da uyumlu olarak, yerini hastanın kendi serbest çağrışımlarının eleştirisini aşabilmesi için yapması gereken çalışmanın maliyeti aldı. Son olarak ise bugün kullandığımız teknik geliştirildi. Bu teknikte, analist belirli bir an veya sorunu odak noktasına taşıma çabasından vazgeçer. Mevcut durumda hastanın zihninin yüzeyinde ne varsa onunla çalışmakla yetinir. Yorum sanatını ise burada ortaya çıkan dirençleri fark etmek ve hastaya gösterebilmek amacıyla kullanır. Böylece, yeni bir görev dağılımı ortaya çıkar: Doktor, dirençlerin üstün geldiği durumlarda bunları hastaya görünür kılar; böylelikle hasta da unutulan durumları ve bağlantıları rahatlıkla ifade edebilir. Birbirinden farklı da olsalar, bu tekniklerin hepsinin amacı aynıdır. Betimlemeci bir dille ifade edersek, bu amaç, hafızadaki boşlukları doldurmaktır; dinamik bir dille ifade edecek olursak, bastırmaya bağlı dirençleri aşmaktır.
(…)
Unutmak, bilhassa da obsesif nevrozun farklı biçimlerinde, büyük oranda düşünsel bağlantıların çözülmesiyle, doğru sonuçlara varılamamasıyla ve anıların soyutlanmasıyla kısıtlıdır.
Bir kaide olarak, hiçbir anısının geri getirilemeyeceği özel bir deneyim kümesi vardır. Had safhada önem taşıyan bu deneyimler çocukluğun oldukça erken dönemlerinde gerçekleşmiş ve o dönem anlaşılamasa da sonradan anlaşılıp yorumlanmıştır. Bunlardan, rüyalar sayesinde haberdar olunur. Nevrozun dokusu öyle ikna edici kanıtlar sunar ki, insanın inanmaktan başka çaresi kalmaz. Ayrıca, dirençleri aşıldıktan sonra, hastanın artık bu deneyimleri kabul etmemek için onları hatırlamama (hiç aşina gelmemesi) gerekçesini öne sürmeyeceğinden emin olabiliriz. Gelgelelim, bu mesele hassas bir dikkat gerektirdiği gibi bizi yeni ve çarpıcı pek çok unsurla da tanıştırdığından daha uygun bir malzeme üzerinden[1] tartışmak üzere şimdilik rafa kaldıracağım.
Bu yeni teknik sayesinde, olayların böyle keyifli ve tıkır tıkır işleyişinden geriye çoğu zaman pek bir şey kalmaz. Bir noktaya kadar hipnotik teknikle çalışılıyormuş gibi davranan ancak sonraları bunu bırakan vakalar da vardır. Diğerleri ise başından itibaren farklı davranır. Aradaki farkı ön plana çıkarmak için kendimizi bu ikinci türden vakalarla kısıtlarsak, hastanın unuttuğu ve bastırdığı şeylerin hiçbirini hatırlamadığını, bunları eyleme döktüğünü söyleyebiliriz. Bunu bir anı olarak değil, bir eylem olarak üretir; tekrarlar, ancak elbette bunu yaptığının farkında değildir.
Örneğin, hasta eskiden ebeveynlerinin otoritesine karşı savunmacı ve eleştirel bir tutumu olduğunu hatırladığını söylemez; bunun yerine, doktora bu doğrultuda davranır. Nasıl olup da kendi çocukluk dönemine ait cinsel araştırmalarına çaresizce takıldığı hatırlamaz; bir dizi karmaşık rüya ve çağrışım yaratır, hiçbir şeyde başarılı olamadığından şikayet eder, eline aldığı her işi bitirememenin onun kaderi olduğunu söyler. Bazı cinsel faaliyetlerden aşırı bir utanç duymuş olduğunu hatırlamaz, onların ortaya çıkmasından ne kadar endişe ettiğinin de farkında değildir. Gelgelelim, şu an görmekte olduğu tedaviden utandığını açıkça ifade eder ve herkesten gizler. Vesaire.
Hepsinden öte, hasta tedavisine bu tür bir tekrarla başlayacaktır. Olaylı bir yaşam öyküsü ve uzun bir hastalık tarihçesi olan bir hastayla, psiko-analizin temel kuralını paylaşıp ondan aklına geleni söylemesini istediğinizde, oluk oluk bilgi akmasını beklersiniz. Oysa genelde hastanın ilk başta söyleyecek hiçbir şeyi olmaz. Sessiz kalır ve aklına hiçbir şeyin gelmediğini söyler. Elbette bu, herhangi bir şey hatırlamaya karşı bir direnç olarak öne çıkan homoseksüel tutumun tekrar edilmesinden ibarettir [s. 138]. Hasta tedavide olduğu müddetçe bu tekrar zorlantısından kaçamaz. Nihayetinde ise, onun bu şekilde hatırladığını anlarız.
[1] Elbette, burada ‘Kurt Adam’dan ve onun dört yaşında gördüğü rüyadan söz ediliyor. Freud bu makaleyi yazdığı süreçte analizini henüz tamamlamıştı ve muhtemelen bir yandan da vaka öyküsü yazmakla meşguldü. Bu vaka öyküsü ise ancak dört yıl sonra yayınlanacaktı (1918b). Ne var ki, Freud bundan evvel, Giriş Dersleri’nin (1916-17) XXIII numaralı dersinin son kısmında özel bir grup çocukluk anısıyla ilgili bir tartışmaya girmiştir.
Kaynak: Freud, S. (1914). Remembering, Repeating and Working-Through (Further Recommendations on the Technique of Psycho-Analysis II). The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XII (1911-1913): The Case of Schreber, Papers on Technique and Other Works, 145-156
* Bu makale, teknik içeriğinin yanı sıra, ‘tekrar zorlantısı’ ve ‘derinlemesine çalışma’ kavramlarının ilk defa kullanılması sebebiyle de değer taşımaktadır.