Michael A. Brog, MD
1 Haziran 2005 | Schizoid Personality Disorder
Psychiatric Times
Haziran 2005
Vol. XXII
Sayı 7
Rock and roll müziğin vahşi dünyası çoğu zaman Mick Jagger, Elvis Presley ve Jim Morrison gibi isimlerin gürültülü kalabalığın önünde yaptığı gösterişli hareketlerle ilişkilendirilir. En azından akla ilk gelenin analitik purosundan ağır nefesler alırken bilinçdışı zihnin karanlık sırları üzerine düşünen asık suratlı bir Sigmund Freud olmadığı kesin. Buna rağmen, her ne kadar ayrı dünyalara ait gibi dursalar da, rock tarihindeki en büyük isimleri psikanalizin geçmişindeki en büyük yıldızla anlamlı bir biçimde ilişkilendirmek mümkün çünkü hepsi benzer şeylerle meşgul olmuşlar – alt benliğe bulanmış duygu ve imgelerin serbest ifadesi. Jagger izleyicilere ”tatmin olamadığını” (can’t get no satisfaction) fısıldarken, Morrison babasını öldürüp annesine sahip olmak isteği üzerine bir şarkı söylerken veya Iggy Pop’un ifadeleri I Wanna Be Your Dog (Köpeğin Olmak İstiyorum) isimli parçada sapkına doğru meyil ederken, arka plandaki içsel güçleri sakallı ihtiyar Sigmund Amca’dan daha iyi kim anlayabilir?
Rock and Roll (salla ve kıvır) tabiri zaten kelime anlamı itibariyle cinsel birleşmeye Freud’un takdir edeceği türden bir atıfta bulunur. Gelgelelim, rock müzik ve psikanaliz arasındaki ilişki, buluştukları cinsellikle erken meşguliyet zemininden çok daha derindir. Her iki disiplin de erken dönem erotik obsesyonlarından benzer noktalara yönelmiş; kırılganlık, kayıp, özgüven ihtiyaçları ve hatta gerçekliğin doğası gibi temaları ele almaya başlamıştır. Psikanaliz Freud’dan doğup D.W. Winnicott, Heinz Kohut ve Wilfred Bion isimlerine dallanırken; rock Elvis Presley’den Elvis Costello’ya, Talking Heads’e ve Nirvana’ya evrilmiştir. Rock ve psikanaliz gibi aralarında dağlar kadar fark varmış gibi görünen iki alan, bazı açılardan kusursuz bir çift olabilir. İlki, içebakışın yaratıcı ve serbest ifadesi için mükemmel bir araçtır; ikincisi ise bu ifadelerin ne ile alakalı olduğunu anlamak ve şifrelerini çözmek için ideal çerçeveyi sağlar. Freud kendi yazılarında müzikle ilgili konulardan kaçınmışsa da, rock albümü formatının ruhsallıkiçi deneyimin ifadesini kolaylaştıracak pek çok unsur barındığını muhtemelen kabul ederdi (Brog, 2002). Müziğin dinleyen kişide derin duygu durumları açığa çıkarma gücü taşıdığı uzun süredir kabul edilen bir şeydir. Bu duygular dinleyiciyi sanatçının duygu dünyasını paylaşmaya davet edebileceği gibi, onu zorla ele de geçirebilir. Bu etkileşimin yansıtmalı özdeşim işlevi gördüğü düşünülebilir (Brog, 1995). Ayrıca müzik, gerek bestesi gerekse düzenlemesi itibariyle, bir dizi farklı ruhsallık içi savunma kümelenmesi biçimi alabilir. Mesela sakin bir melodi tekrar tekrar çalındığında altta yatan rahatsız edici bir ritmin üstünü örtebilir, dolayısıyla da savunma niteliği taşıyan bir bastırma görevi görür. Dürtü, savunma ve duygulanımla ilgili çeşitli ifadeler de bir şarkının bestesine ve düzenlemesine yedirilebilir.
Sözlerin ve albüm formatının eklenmesi ile doğal olarak iletişim potansiyeli de genişler. Sözler, müzikle aktarılan duygularla uyumlu olunca duygusal varlığı daha güçlü ortaya koyar. Güçlü bir duygu iletkeni olan müzik, sözel anlatıya eşlik eden duygusal unsurları netleştirebilir, artırabilir veya onlarla çelişebilir. Müzikle sözcüklerin iç içe geçmesinin doğasında olan yaratıcı olasılıklara uyumlu hareket eden sanatçılar, şarkıları vasıtasıyla içsel deneyimlerini müziğin ya da sözcüklerin tek başına taşıyamayacağı bir derinlik ve karmaşıklıkla ifade edebilir.
Buna ek olarak, şarkıları bir albüm formatı içerisinde sıralamak (albüm kapağı ve iç ambalajın da eklenmesiyle) çağrışım olasılıklarını iyice çoğaltır. Şarkıların dizilimi henüz tam olgunlaşmamış bir hikaye izlenimi yaratabilir; tıpkı Beatles’ın Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club Band veya Who’nun Tommy albümünde olduğu gibi. Bu dizilim, dinleyicinin albüm boyunca öne çıkan temalarla ve onların çeşitlemeleriyle özdeşleşmesine imkan tanır. Analizanın seans boyunca ürettiği serbest çağrışımlarda olduğu üzere, tema itibariyle birbiriyle ilişkili şarkılardan oluşan etkin bir rock albümünde de bütünün parçaların toplamından fazla olmasını bekleriz. Çok sayıda yetenekli müzisyen bu özelliklerden yararlanarak içebakışlarını yaratıcı ifadelerle seslendirmişlerdir. Bu albümlerin zenginliği ve çarpıcılığı, hiç şüphesiz çağrışımları tetikleyen ve duygusal olarak yüklü bir dinleme deneyimi yaratır. Freud’un modern çağdaki bir takipçisi olarak, bu deneyimin psikanalitik açıdan soruşturulması gerektiğine inanıyorum.
Örneğin John Lennon’ın Beatles’ın 1968 tarihli White Album’üne katkılarını ele alalım (Brog, 1995). Buradaki parçalar grubun Yogi Maharishi Mahesh’ten spiritüel rehberlik almak üzere gittiği başarısız Hindistan seyahatinin ardından yazılmış ve kaydedilmiştir. Bu yolculuk esnasında grubun Maharishi’nin bir tür şarlatan olduğu sonucuna üzülerek vardığı ve daha önce hayranlıklarını açıkça ifade ettikleri bir kişiye karşı hayal kırıklığı içinde Hindistan’dan ayrıldığı sıkça yazılmıştı (Brown ve Gaines, 1983). Lennon’ın albüme katkılarının bu hayal kırıklığının ondaki yansımasını temsil ettiği söylenebilir; analitik dilde buna Maharishi ile bağlantılı olarak idealize edilmiş bir kendilik nesnesi oluşturma girişiminin başarısızlığa uğraması da diyebiliriz. Bu yansımalar arasında Maharishi’ye yönelik öfke (Sexy Sadie’deki küçük düşüren baştan çıkarıcı kadın); şaşaalı figürleri yerme eğilimi (Bungalow Bill); depresyon (Yer Blues ve I’m So Tired); kayıp nesnelerle bağlantı kurma arzusunun yeniden canlanması (ölmüş annesiyle temas etme yakarışı olan Julia) sayılabilir. İfade edebileceği geride kalan tek tük sevgi duygusunu da (yumuşak Goodnight) şarkıyı başkasına (Ringo) söyleterek yadsımıştır. Adeta sevgisini bölüp başkasına yerleştirerek öfkeli duygularından korumak istemiştir. Albümün en rahatsız edici parçası olan Revolution 9 ise bir şarkıdan ziyade bir tür uç uca eklenmiş ve haddinden fazla uzun uyumsuz sesler koleksiyonudur. Bu dolambaçlı ve müzikal olmayan anomali ile Lennon dinleyici sarsarak tacize uğramış hissettirir ve başını döndürür (Beethoven’ın bir senfonisini dinlerken uyanan hislerinizin aniden giren bir heavy metal parçasıyla bölündüğünü düşünün, ne demek istediğimi anlayacaksınızdır). Beatles hayranlarının büyük kısmı bu ‘şarkı’dan nefret etmiştir. Kendisine tapan hayranlarını hayal kırıklığına uğratan Lennon, bu sayede Maharishi’nin kendisinde yarattığı sarsıcı hayal kırıklığını onların sahiplenmesini sağlamıştır (ki bunu pasifin aktife çevrilmesi ve hatta yansıtmalı özdeşim olarak okuyabiliriz?) Buna dinleyiciler karar versin.
Lennon’ın bu albümdeki katkılarını Paul McCartney’ninkilerle karşılaştırmak da ikisinin kişilik yapıları arasındaki farkı ortaya koyacağından ilginç olabilir. Hindistan’da benzer bir hayal kırıklığı yaşamış olmasına rağmen, McCartney’nin albüme katkılarında bu olaylara ilişkin pek bir tepki göremeyiz. Bunun yerine, We Don’t Do It In The Road, Helter Skelter ve Birthday gibi parçalarda cinsel meşguliyetlerini net bir şekilde ortaya koyar; I Will ve Marthe My Dear gibi parçalarda benzer alt benlik dürtülerinin daha yüceltilmiş ifade biçimlerini görürüz.
Özellikle de Rock Raccoon cinsel itkilerle ilgili karmaşayı açıkça ortaya koyan bir parçadır. Bu şarkıda silahşor Rocky’nin, arzuladığı kadın olan Nancy’nin kalbini çalan rakibinden intikam alma çabası anlatılır. İkisinin dans ettiği bir odaya (buna birincil sahne diyebiliriz) bir hışımla giren Rocky’i kendisinden daha iyi bir silahşor olduğu anlaşılan rakibi yaralar. Nancy’i kaybetse de, tamamen eli boş döndüğünü söyleyemeyiz çünkü otel odasında bulduğu Gideonun İncili onu intikam hırsını ve hasedini bırakıp daha yüksek ülkülerin peşinden koşmaya ikna eder. Herhalde Freud bu şarkının Rocky’nin Oidipus karmaşasının çözümünü anlattığını söylerdi; kendisinden daha güçlü bir savaşçının tehdidi sonucu erişilmez sevgi nesnesinden feragat etmek zorunda kalıyor, sonunda da bir tür teselli ödülü olarak ahlaki değerler ön plana çıkıyor.
Bazen albümün yapımcısı grubun kendisini serbestçe ifade etmesini teşvik edip albüm içeriğinin derinleşmesine vesile olabilir. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Talking Heads’in meşhur 1980 tarihli albümü Remain in Light’tır (Brog, 2002). Yapımcı Brian Eno, müzisyenleri şarkıları yazarken içgüdülerini izlemeleri ve spontan davranmaları yönünde cesaretlendirmiştir. Stüdyoya hazırlıksız gelmelerini, enstrümanlarla deneysel çalışmalarını ve şarkı yazma sürecindeki hataları yakalayıp onlardan faydalanmalarını istemiştir (Gans, 1985). Eno bu anlamda grup için psikanalist rolü üstlenmiş diyebiliriz; serbest çağrışımı teşvik etmiş ve daha sonra birincil süreç malzemesine bir şekil ve bütünlük kazandırmıştır.
Bu süreç sonucunda ortaya çıkan albüm, pek çok açıdan takdire şayandır. Solist David Byrne’nin sözlerinde çarpıcı bir serbest çağrışım havası vardır ve albüm boyunca kayıp, gizlenmiş, bölünmüş ve parçalanmakta olan bir kimlik ile bütünlüklü bir kendilik duyumunu koruma çabası gibi temaların egemenliği göze çarpmaktadır (albümün rahatsız edici kapağında dört grup üyesinin bilgisayarla yapılmış ve adeta onları kişiliksizleştiren maskelerle portreleri yer alır ki bu da kimlik bozulması temalarını yansıtır). Psikotik ve şizoid deneyimlere işaret ettiği söylenebilecek pek çok şarkıdaki anlatım, Bion ve Harry Guntrip’in yazılarına tekinsiz bir benzerlik taşır. En çarpıcı olanı da bu albümün müziği kullanma biçiminin bu rahatsız edici deneyimlerle ilişkili olarak savunmacı ve telafi edici bir işlev üstlenmesidir.
Cross-Eyed ve Painless’ta canlı ve insanı hareketlendiren ritimler, şarkının sözlerinde ifade edilen kendiliğin çözülmesi haline bir mesafe koyan kapsayıcı bir işlev sağlamak için kullanılmış gibidir. Yine The Great Curve’deki tahrik edici ritim psikotik kişiliğin psikotik olmayan parçalarını güçlendirir. Listenin Wind sesi ve müziği, ötekinin rahatlatıcı varlığını temin eden bir geçiş nesnesi olarak kullanır. Albümün en bilindik şarkısı Once in a Lifetime’da ise gerçek kendiliğin şizoid batışı şarkının titrek, hipnotik arkaplan sesleriyle yansıtılır ki bu da dinleyen kişiyi rüya gibi bir kopukluk haline sokma tehdidi taşır.
Elbette gerek Beatles gerekse Talking Heads, rock albümünü çağrışımsal ruhsallık içi deneyimleri serbestçe ifade etmek amacıyla kullanan pek çok gruptan yalnızca ikisidir. Dikkatli bir kulak, pek çok albümün psikanalitik açıdan değerlendirilebileceğini takdir edecektir. O halde siz de bundan sonra en sevdiğiniz albümü evde çalacağınız zaman ışıkları kapatın, rahat bir koltuğa yerleşin, kendinize bir kadeh şarap koyun (ve hatta Freudcu bir puro yakın) ve hoparlörden gelen müziği analistin serbest dikkatiyle dinleyin. Keşifleriniz sizi şaşırtabilir.
Dr. Brog, St. Louis Psikanaliz Enstitüsü’nde öğretim görevlisidir.
Kaynaklar
Brog MA (1995), The phenomena of Pine’s “four psychologies”: Their contrast and interplay as exhibited in the Beatles’ “White Album.” Am J Psychother 49(3):385-404.
Brog MA (2002), “Living turned inside out”: the musical expression of psychotic and schizoid experience in Talking Heads’ Remain in Light. Am J Psychoanal 62(2):163-184.
Brown P, Gaines S (1983), The Love You Make: An Insider’s Story of the Beatles. New York: McGraw Hill.
Gans D (1985), Talking Heads. New York: Avon Books.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.