Halil Şerif Paşa’dan Jacques Lacan’a . . .

Özgür Öğütcen

Fransız ressam Gustave Courbet’nin Dünyanın Kökeni (L’origine du monde) adlı, 1995’den beri Paris’deki Musée d’Orsay’da bulunan meşhur bir tablosu var. Oldukça erotik sayılabilecek bu tabloda, yatakta yatan bir kadın, bacaklarının arasından aşağıdan yukarı doğru çizilmiş, çıplak, yüzü görünmüyor, yüzünü bir çarşaf örtüyor. Courbet tabloyu 1866 yılında yapmış, yani insanlık tarihinde önemli bir dönemeç sayılan Paris Komünü’nden sadece beş yıl önce.

Tablonun kendisi yeterince ilginç, hem taşıdığı erotizm hem de Courbet’nin işleri arasında durduğu yer itibariyle. Ama bu yazıyı ilgilendiren ilginçlik bunlar değil, küçük, hoş başka bir nokta daha var. Courbet bu tabloyu, o zamanlar Paris’de görevli olan bir Osmanlı paşası için yapmış; bu kişi Halil Şerif Paşa’dan başkası değil. Önceden Osmanlı’nın Atina ve Saint Petersburg elçisi olan Halil Paşa Paris’e taşınır taşınmaz, tesadüf bu ya Courbet ile tanıştırılır ve ona bir tablo sipariş eder. İkisini tanıştıran kişi de oldukça ilginç bir figür: Saint-Beuve adında birisi. Saint-Beuve şair ve eleştirmen, Victor Hugo’nun da arkadaşı. İşte bu Saint-Beuve, bir fırsatla, Halil Paşa’yı ve Courbet’yi tanıştırıyor. Tablo 1866 tarihinde yapıldığına göre, tanışmanın da ya bu yıl ya bir önceki yıl olduğunu tahmin edebiliriz, eğer Courbet tablolarını çok yavaş yapmıyorsa. Bu durumda, tablonun yapıldığı yıl, 1831 doğumlu olan Halil Paşa sadece 35 yaşında olmalı. Yine ünlü bir Fransız yazar, şair, gazeteci ve eleştirmen olan Théophile Gautier’de Halil Paşa’dan bahsediyor, onun çok önemli bir sanat koleksiyoncusu olduğunu söylüyor, Paşa’nın koleksiyonu için “bir İslam evladı tarafından oluşturulmuş ilk koleksiyon” diyor. Demek ki Halil Paşa sanat ve edebiyat çevrelerinde dostları, tanıdıkları olan birisi. Gelgelelim bunlar işin bir yüzü! Diğer yüzünde ise Halil Paşa’nın kumarbazlığı var, hatta öyle ki bu kumarbazlık yüzünden tabloyu satmak zorunda kaldığı söyleniyor. Kader işte, imparatorluk artık son nefesini verirken, tek tek insanların hikayeleri de bunun içine karışıyor. Sanat düşkünü, sanatçıların ahbabı, kumarbaz Osmanlı paşası…

Ne demeli? Dostoyevski romanlarından fırlamış bir karakter gibi. Paşa ile ilgili rivayetlerin devamı biraz yakışıksız kaçabilir, çünkü onun iktidarsız olduğu, tabloyu banyosuna koydurduğu ve tabloya bakıp bakıp mastürbasyon yaptığı söylenirmiş. Bunu doğrulamak mümkün değil. Belki yapmıştır, belki yapmamıştır. Tarih tekerrürden ibarettir denir ya, ama bazen de istisnalar olsa gerek, Halil Paşa’nın bu anlamda istisnai bir figür olduğunu söyleyebiliriz, hem kişisel ilgileri itibariyle istisnai birisi hem de yaşadığı dönemle ilişkilenmesi bakımından istisnai birisi. Doğrusu Paris Komünü sırasında ne yapıyordu, orada mıydı, ne düşünmüştü insan merak ediyor. Çoğu insan burnunun dibindeki tarihsel olayların ve figürlerin farkına varmadan onlarla yan yana yaşamış ve bu kişiler ve olaylar onlara pek bir şey ifade etmemiş. Halil Paşa’nın farklı olduğunu söylersek durumu abartmış olmayız sanırım, şans eseri bile olsa, o dönemdeki sanatsal atmosferin içine dahil olmuş. Akıbeti ne oldu acaba?

Onun kişisel akıbeti bir kenara, tablonun macerası Halil Paşa’nın elinden çıkmasıyla devam eder. Dedik ya, kumar borçları yüzünden tabloyu satmak zorunda kalır. Tablo elden ele, ülkeden ülkeye dolaşır, dolaşır… ve en sonunda 1955 yılında psikanalist Jacques Lacan’ın olur. Tam bir buçuk milyon franka. Ressam André Masson bu “erotik” tablonun önüne başka bir tablo yapar. Lacan bunları, altta Courbet’nin tablosu üstte Masson’unki evinin bir köşesine asar. Rivayet odur ki, evine misafir geldiğinde onları çifte tabloların olduğu odaya götürür ve onlara Dünyanın Kökeni’ni gösterirmiş. Dünyanın kökeni, Courbet’nin tablosunun Türkçe adı, dünyanın kaynağı, başlangıcı diye de çevrilebilir. Herhalde Lacan burada kadınlığa ilişkin çok farklı bir anlatım gördü, aynı Freud’un Raphael’in Sistine Madonnası’nda gördüğü gibi.

İşte, maceracı tablomuz şimdi Lacan’ın evindedir, oysa bu sondan bir önceki kalıcı durağıdır. Lacan 1981’de öldükten sonra, tablo devletin veraset vergisi için karşılık olarak kabul etmesiyle, son durağı olan Orsay Müzesi’ne gelir ve halen oradadır, tabii eğer dolaşmaya çıkmadıysa.

 

Darian Leader’ın ”Delilik Nedir?” Kitabı Üzerine

Özgür Öğütcen

Yakınlarda Encore Yayınları önemli bir kitap yayınladı; Darian Leader’ın “Delilik Nedir?” isimli kitabı. Kitap “Lacancı Bakışlar” dizisinden çıkan ilk yayın ve tanıtım yazısında belirtildiği üzere bu dizinin bir sonraki kitabı, bütün dünyada Lacancılığa giriş yapmakta en çok okunan kitaplardan birisi olan Amerikalı –ama yarı Fransız dersek yanlış olmaz herhalde- psikanalist Bruce Fink’in Lacancı Psikanalize Klinik Bir Giriş adlı eseri olacak. Encore Yayınları “2003 yılında, Lacancı psikanalizin felsefe, din, sanat, ideoloji ve politikada eleştirel yorumlar için özgün bir araç olduğu öncülüyle yayınlarına” başlayan bir yayınevi. Bu arada Zizek’in ve Sloven Okulu’ndan diğer bazı düşünürlerin kitaplarını da yayınladılar. Ve tabii Fransız filozof Alain Badiou’yu da bu listeye eklemek gerekiyor. Darian Leader’ın kitabını, daha önce bu alanda çeviriler yapmış olan, Barış Engin Aksoy çevirmiş; Aksoy’un yine Encore’dan çıkan başka bir çevirisi de Joan Copjec’in Tut ki Kadın Yok adlı yapıtı.

Darian Leader İngiltere’nin önde gelen Lacancı psikanalistlerinden birisi, aslına bakılırsa Türkçe’de de bilinen bir yazar. Delilik Nedir? yayınlanmadan önce başka bazı kitapları dilimize çevrilmişti: sayacak olursak Mona Lisa Kaçırıldı, Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler?, İnsan Neden Hasta Olur?, Yeni Başlayanlar İçin Lacan bunlardan belli başlıları. Uzun sözün kısası bu alana ilgili olanlar için Leader aşikar olunan bir yazar. Leader’la ilgili söylenecek şeylerden birisini kitabın ön kapağında Guardian gazetesinden yapılan alıntı gayet güzel özetliyor, “Zamanımızın en önemli düşünürlerinden.” Bu ifadenin abartılı mı olduğu, gerçek mi olduğu ancak zamanla anlaşılabilecek ama onun öneminin psikanalist olmaktan şu ya da bu oranda fazla olduğunu belirtiyor. Psikanalistlerin kamusal figürler olmaları Türkiye için pek alışıldık bir olgu değil, ama Avrupa’da özellikle Fransa’da, psikanalistler entelektüel ve gündelik yaşamı etkileyen kişiler. Bu ülkelerde toplumsal, politik veya sanatsal bir olay olduğunda psikanalistlerden fikir alınması seyrek rastlanan bir durum değildir. Darian Leader’da bu toplumsal psikanalist figürlerinden birisi, arada bir saygın bir gündelik gazete olan The Guardian’da yazıları yayınlanıyor saydığımız gerekçelerle. Encore Yayınları’nın programında Darian Leader’ın iki kitabının daha olduğunu öğrendik: Strictly Bipolar ve The New Black. Bu kitaplarda iki önemli konuya değiniyor: git gide salgın haline gelen “bipolar bozukluk” tanısına ve neredeyse otomatik olarak hastalık gibi algılanan depresyon ve yas konularına.

Kitaba dönecek olursak, hemen hepimizin deliliğin ne olduğuyla ilgili bir fikri var. Herkesin bildiği üzere, “mahallenin delisi” diye bir tabir bile var, yani “deli” karşılaşılan, görünür, tanıdık bir figür. Ama deliliğe daha yakından baktığımızda işler göründüğünden biraz daha karmaşık, pek çok şey de olduğu gibi. “Deli” illaha bağırıp çağıran, tuhaf şeyler sayıklayan, toplum kurallarını büsbütün hiçe sayan birisi olmak zorunda değil. İşte, Darian Leader kitapta öncelikle buna odaklanıyor. Yani deliliğin göründüğü gibi olmadığına, bazen delilik namına dışarıdan görülen hemen hiçbir şey olmasa da, içeride bir deliliğin yaşamaya devam ettiğine. Bu çok önemli bir konu, çünkü içeriden deli –ya da terminolojik olarak söylersek psikotik- olan insanların nasıl dengede kalabildiklerini anlarsak açıkça deli olan kişileri de bundan korumamız mümkün olabilir. Böylece bu bireylerin içinde rahatça yaşayabilecekleri bir dünya kurmalarında onlara eşlik etmek olası hale gelir. Aşağı yukarı buna benzer bir tabiri, Freud, ünlü bir psikotik olan Schreber için kullanmıştı. Meraklısı için söyleyelim, hem Freud’un Schreber vakası hem de Schreber’in kendi hatıratı Türkçe’de yayınlanmış durumda.

Hiç kuşku yok ki, kitapta deli tabiri insanları aşağılamak, küçümsemek, onları toplumun dışına itmek için kullanılmıyor. Tersine bir amacı da yok kitabın, yani delilikte bir yücelik görmek, onu yaratıcılıkla eşanlamlı kılmak gibi hedefler de gözetilmiyor. Deliliğin bazen çok acı verici olabileceğini baştan kabul etmek gerekiyor. Başka durumlarda ise durum böyle olmayabilir, kişi gayet uyumlu, sakin bir yaşam sürdürebilir. Hatta bu ömür boyu bile sürebilir. Kitapta buna pek çok örnek verilmiş ve bu durum “sessiz delilik” olarak adlandırılıyor. Yazara göre, mesele tam da burada düğümleniyor: yani mesele bir kişi içeriden deli olsa bile onu delirmeden yaşayabilmeye sevk eden etkenler neler olabilir sorusu etrafında dönüyor. Eğer bunlar anlaşılabilirse kişileri bu durumdan korumakta mümkün olabilir. Onlara içinde yaşayabilecekleri, rahat edebilecekleri bir dünya inşa etmelerinde eşlik edilebilir. Kelimeleri dikkatle seçerek kullanıyoruz: örneğin “onun inşa etmesinde eşlik etmek” diyoruz, ona bir yaşama şekli dayatmaktan veya bir takım hazır reçeteler sunmaktan dem vurmuyoruz. Bu en çok düşülen hatalardan birisi. “Yardım etmek” ve “tedavi etmek” fiilleri bazen böylesine baskıcı özellikler taşıyabiliyor. Ama kitapta söz konusu olan perspektif, bir anti-psikiyatri yaklaşımı değil, kitapta konu edilen yaklaşım tam tamına psikanalitik –onun da bir türü olan Lacancı psikanalitik- bir yaklaşım. Psikanalizin modasının geçtiği, işe yaramadığı, uzun sürdüğü iddiaları arasında, Darian Leader’ın bu kitabı dört dörtlük bir karşı yanıt oluşturuyor. Psikanalizin ne kadar güncel olduğuna vaka örnekleri, anekdotlar ve psikiyatristlerin görüşleri üzerinden kanıtlar sunuluyor.

Kitapta Freud’un Kurt Adam vakasından, Lacan’ın üzerinde çalıştığı Aimée vakasından ve çok daha yeni zamanlardan bir örnek olan Harold Shipman’dan bahsediliyor. Bir kısmınız kitabın “aşırı profesyonel”, uzmanlara yönelik bir kitap olduğunu düşünebilir, ama kitabı elinize alıp okumaya başladığınızda bunun böyle olmadığını, oldukça yalın bir dille yazılmış olduğunu göreceksiniz. Bu yüzden, Darian Leader’in “Delilik Nedir? kitabının okunmaya değer bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.