Ölüm Dürtüsü – Todestrieb[1]

Özgür Öğütcen
Psikiyatrist, Psikoterapist

I.

Okumakta olduğunuz bu kısa yazıya bir tespitle başlayalım: ölüm dürtüsü kavramı ve ölüm aynı şey değildir. Burada insan dışındaki diğer türlerin kendi ölümlülüklerinin farkında olmamalarıyla ilgili tartışmaya hem yer darlığından hem de pek çok başka kavramı işin içine katmak gerekeceğinden giremeyeceğimiz için, dünyada varolan türler arasında sadece insanın kendi ölümlülüğünü bildiğini belirtmekle yetinelim. Ama hemen ardından buna ölümün bilinçli bilgisinin, ölümle ilgili imgelerin, onu felsefi ya da diğer disiplinlerle anlamlandırma çabalarının ölüm dürtüsüyle aynı düzlemde yer almadığını, yani ölüm dürtüsünün bilinçdışı olduğunu -ya da hatta, Freud’un açıkladığı şekilde, “ölüm dürtüsü” diye bir kavramdan bahsetmenin meşru olup olmadığını dahi- eklemeliyiz.

Okurlara paradoksal gelebilecek bir ifadeyle devam edecek olursak, şöyle sorabiliriz, “Peki bir Todestrieb (ölüm dürtüsü) gerçekten var mıdır?”[2] Yoksa bu sadece, Freud’un, libidinal ekonomideki belirli bir çıkmaza karşı ürettiği kuramsal bir çözümden mi ibarettir? Bu paradoksun farkına varmalıyız, başka bir deyişle ölüm dürtüsü diye, libidinal yaşam dürtüsünün karşısına konulabilecek bir şey yoksa “haz ilkesinin ötesi” neyi ifade etmektedir? Bilindiği üzere Freud, en başta dürtüleri ikiye ayırır: kendini koruma dürtüleri ve cinsel dürtüler. Çalışmasının sonlarına doğru sözü geçen bu iki dürtü grubunu Eros ve Thanatos ana başlıkları altında rafine eder; kabaca Eros libidoyu ve Thanatos ise ölüm dürtüsünü belirtmektedir. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki Thanatos ölümün kendisi ya da doğrudan ölümü istemek gibi bir şey değildir. Lacan’ın çalışmasında ise ölüm terimi en az beş farklı bağlamda ortaya çıkar. Şimdi Dylan Evans’ın Sözlük’ünden, bazı yerleri atlayarak, uzun-blok bir alıntı yapacağım:[3]

1.   Simgesel düzenin kurucusu olan ölüm, şeyin ölümünün eşdeğeridir, çünkü simge şeyin simgeselleştirildiği yeri sağlar: ‘simge şeyin katilidir’ (Ecrits, 104). Ayrıca, insanlık tarihindeki bu ‘ilk simge’ bir mezardır (Ecrits, 104). İnsan sadece bu gösteren sayesinde kendi ölümüne erişebilir ve onu tasavvur edebilir … Aynı zamanda gösteren, özneyi ölümün ötesine yerleştirir, çünkü ‘gösteren, doğası gereği onu ölümsüzleştirerek, çoktan ölü telakki etmektedir’ (S3, 180). Simgesel düzen içindeki ölüm Babanın ölümüyle (yani, Totem ve Tabu’daki ilk kabilenin babasının katliyle) ilişkilidir; simgesel baba daima ölü babadır.

2. 1959-60’daki ‘Psikanalizin Etiği’ adlı seminerinde, Lacan, ‘ikinci ölüm’ hakkında konuşur. Birinci ölüm bedenin fiziksel olarak ölümüdür, insan yaşamına son veren ama onu bozulmanın ve yeniden doğmanın döngüsüne yerleştirmeyen bir ölüm. Ölü bedenin yeniden doğmasını engelleyen ikinci ölüm ise, ‘tam da doğanın dönüşüm döngülerinden çok onun yokolduğu noktadır’ (S7, 248). Lacan, bu ikinci ölüm kavramını çeşitli temaları formüle ederken kullanmıştır: güzellik; varlıkla doğrudan bir ilişki; ve sürekli acı verici olan sadistik bir fantazi. Lacan, ‘iki-ölüm-arasındaki bölge’ (l’espace de l’entre-deux-morts) ifadesiyle, ‘trajedinin tükendiği bölgeyi’ tasarlamanın peşine düşer.

3.   Ölüm Hegel ve Heidegger’in felsefi sistemlerinde önemli bir rol oynamaktadır ve Lacan ölümün psikanalizdeki rolünü teorize ederken her ikisine de yaklaşır. Kojève aracılığıyla, Hegel’den ölümün insan özgürlüğünün ve ‘mutlak Efendi’nin kurucusu olduğu fikrini alır… Heidegger’den ise, insan varoluşunun sadece ölüm tarafından sonlu bir sınır kurulması dolayısıyla anlamı kabul ettiği fikrini alır, bu yüzden insan öznesi tamı tamına bir ‘ölüm-için-varlık’tır; bu Lacan’ın görüşündeki, analizanın analitik süreç yoluyla kendi ölümlülüğünü üstlenmesine denk düşer.

4.  Lacan, psikanalitik tedavi ve briç oyunu arasında yaptığı karşılaştırmada, analisti “dummy” (Fransızcası, le mort; tam olarak ‘ölü kişi’) pozisyonunu oynayan kişi olarak tanımlar. ‘Analizin diyalektiği içinde analist aşikar bir şekilde ölüymüş gibi yaparak müdahale eder’ (Ecrits, 140). Analist kendisini “kadavralaştırır” (se corpsifiat).

5.  Son olarak, obsesyonel nevrozun yapısını kuran soru ölümle ilgilidir; ‘Ölü müyüm hayatta mıyım?’ (Evans, 2006, s. 32-33) (ç.b.a.)

Ölüm’ün Lacan’ın kuramındaki ortaya çıkışlarını belirttikten sonra ölüm dürtüsü kavramına geri dönebiliriz. Aslına bakılırsa, ölüm dürtüsü kavramı bir anlamda, Freud’u insana haz ilkesine göre işleyen bir içsel-ruhsal-yapı tasarlamaktan alıkoyan bütün pürüzlerin bir adlandırılması olarak anlaşılabilir. Freud’un tanımlamasında, en yalın haliyle, özne içsel gerilimden uzak durmaya ve haz almaya yönelmektedir. Ancak klinik deneyimin ortaya koyduğu şey, bunun tam tersinedir; yani, özne haz almak için ‘haz ilkesinin ötesine’ geçme, gerilimi arttırma ihtiyacı duymaktadır. Bu alana, haz ilkesinin ötesine, Todestrieb adını vermek onun ölümle bütün bağlarını kesip atmaktır, dolayısıyla Todestrieb ölümle değil hazla, başka bir ifadeyle dönüp duran yaşamla ilgilidir. Tekrarla ilgilidir. Ve bu tekrar ve dönüp durma hareketi hiç kuşku yok ki dürtünün asli bir özelliğidir; dolayısıyla ölüm dürtüsü ölümle, ölümü istemekle, ölümü düşünmekle benzemek şöyle dursun ya da kökensel bir anorganik parçalanma hazzına, sıfır gerilime yönelmek şöyle dursun tekrarın yarattığı hazla ilgilidir. Ölüm dürtüsü, bütün dürtülerin bir özelliğidir, onların ortak paydasıdır; hal böyle olunca, bağımsız bir ölüm dürtüsü kavramını sürdürmek güçleşmektedir. Sonuç olarak Eros’u ve Thanatos’u karşıtlaştıran kuramsal ikililer yaratmak kendi içinde çelişkiler taşımaktadır.

Peki bu “haz ilkesinin ötesi”nde ne var? Aynı Freud ve Lacan gibi, materyalist kalmaya devam ettiğimiz için haz ilkesinin ötesine tuhaf, idealist kavramlar yerleştiremeyiz. Bu “öte” doğrudan doğruya insan beyninin maddi varoluşunun yarattığı, tabiri caizse, bir kopuklukla ilgilidir. Dürtünün beden ve toplum arasında yer alan bir ara-kavram olması beynin kendi içinde parçalanmış olmasıyla (hem tarihsel hem de evrimsel olarak) el ele ilerlemektedir.[4] Bir önceki cümlede gönderme yaptığım metninde Adrian Johnston, yukarıda belirtildiği üzere, Freud’un kendisinin okuyuculara açık ve tutarlı bir metapsikolojik Todestrieb açıklaması sunmadığını belirttikten sonra “ölüm dürtüsü” kavramının nihai, gösterişli kavramsal bir çözüm yerine bir dizi çözülmemiş probleme ad vermek olduğunu belirtir. Ve Freud, Todestrieb diğer dürtülerin aksine kendisi bir dürtü değildir ve bütün dürtüler tarafından paylaşılan en düşük ortak payda için bir adlandırmadır, dediği zaman, bunu çok ciddiye aldığını da ekler (Johnston, 2014).

Ölümü ve ölüm dürtüsü denilen kavramı ayırt etmenin önemine yeterince vurgu yaptığıma inanıyorum. Bu ayrımı aklımızda tutarak ilerlediğimizde ölüm dürtüsü kavramının kendi iç çelişkilerini de ele almayı başarabiliriz. Tam da bu noktada okurlara Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde[5] metnini okumalarını önerebilirim sanırım, çünkü bu yazı Freud’un tartıştığımız konuları belirli bir açıklıkla ifade ettiği temel metinlerden birisidir. Ve ayrıca kendimi, bu kısa yazının içinde aktardığım Freud’un görüşlerinin sınırlı ve şematik olduğunu belirtmek zorunda hissediyorum. Açıkçası Freud’un düşünce hattı, kavramsallaştırmaları, hipotezleri ve öngörüleri benim burada aktardığımdan çok daha fazlasını hakediyor. Onun dürtülerle ilgili tartışması belirli bir karmaşıklığın ötesine geçmeyi gerektirmektedir; ilgi alanı itibariyle de sadece psikanalizin kendi araçlarıyla sınırlı değildir, ayrıca biyolojinin o zamanki güncel verilerini de gözden geçirmektedir.

II.

Freud, Haz İlkesinin Ötesinde metninin hemen başında “Psikanalitik kuramda ruhsal süreçlerin otomatik olarak haz ilkesiyle yönlendirildiğini hiç düşünmeksizin kabul ediyoruz”[6] diye belirttikten sonra bu görüşünü temellendiren gözlemlerini sunar. Ancak, Freud’un psikanalitik deneyim sonucu ulaştığı başka bir olgu dikkatini farklı bir yöne çeker: “Ruhta haz ilkesine yönelik güçlü bir eğilim bulunmaktadır ama bu daha başka güçler ya da ilişkilerle çatışmaktadır ve sonuç her zaman haz ilkesine uygun olmayabilmektedir.”[7] Ve bunun için bazı gerekçeler ortaya sürer; gerçeklik ilkesinin haz ilkesinin yerini alması, bastırmanın etkileri vb. Bu noktadaki tartışma hazza yönelmenin mümkün olmadığı durumlarda benliğin korunması amacıyla bunun gerçeklik ilkesi çerçevesinde ertelenmesinin gerekmesidir. Aslına bakılırsa Freud’un buraya kadar sürdürdüğü tartışma yine aynı çerçeve içinde kalmaktadır, yani erteleme bile daha sonra alınacak hazzın önkoşulu gibidir. Bununla birlikte tartışmanın bu aşamasında bağımsız bir ölüm dürtüsü kavramı ortaya atılmaz.

Yukarıda özetlediğim tartışmanın ardından Freud, iki olguya dikkat çeker: savaş, tren kazası, ölüm tehlikesi vb. olaylardan sonra –bunlara “travmatik nevroz” adı verilmektedir-, bunu yaşayan bireylerde görülen tekrarlayıcı ve rahatsız edici rüyalar ve çocukların oynadığı tekrara dayalı oyunlar. Öyle ya, iç dünya hazza yönelip acıdan kaçınıyorsa bu tekrar edici ve acı veren rüyaların anlamı nedir?[8] Evet bunun anlamı nedir?

Çocuk oyunları bahsinde ise, torununun oynadığı (na)meşhur Fort-Da oyununu aktarır; küçük bir çocuk iple bağladığı makarayı ileri doğru fırlatır ve “fort” (“gitti”) der ve daha sonra ipi “da” (“işte, orada”) diyerek geri çeker. Freud bu çocuk oyununda olup biteni “eşsiz bir kültürel görev”in, yani dürtü doyumundan vazgeçmenin, işareti olarak görür. Çocuk annenin uzaklaşmasına izin verebilmektedir. Bu noktada ikinci bir soru ortaya çıkar “annenin gidişinin yarattığı hoşnutsuzluğun oyun olarak yinelenmesi haz ilkesine nasıl uyabilir?” Bu çocuk için rahatsız edici bir durum değil mi?

Freud’un yukarıdaki sorulara cevapları kendisini de pek tatmin etmez sanki; bu cevaplar pasiflikten aktifliğe geçme, egemen olma, bastırılmış öç itkisinin doyumu, yetişkinler gibi olma vb.dir. Bununla birlikte, Freud, yinelemenin kendisinin hazla doğrudan bir bağlantısı olup olmayacağı yönünde bir sezgiye kapılır. Hazzı sağlayan yinelemedir! Öyle midir?

Freud, şöyle dediğinde “… tragedya örneğinde olduğu gibi, seyircinin en acılı deneyimlerden bile esirgenmediğini ama gene de bu deneyimlerin çok yüksek bir zevkle algılandığını unutmamalıyız,”[9] acı ve zevk kelimelerini görünce insanın aklında Lacan’ın jouissance kavramı çağrışmıyor değil. Freud, bu pasajın devamında haz ilkesinin “ötesi”nden, ondan daha ilkel ve ondan bağımsız olan bir şeyden bahseder. Görüldüğü gibi, bu kavramsallaştırma hattı görünürde hoşnutsuzluk veren ya da tekrara dayanan deneyimlerin (acı verici rüyalar, çocuk oyunları) olası nedenleriyle başlayıp haz ilkesinin, deyim yerindeyse yapısal bir ötesi olduğuna ilişkin bir varsayımla devam eder. Bu çok önemli bir nokta, çünkü Freud haz ilkesinin egemenliği varsayımını elinden çıkarmadan bu yeni durumu açıklamaya girişmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ölüm dürtüsü kavramı bu türden çıkmazlara verilen bir tepki olarak anlaşılabilir, yani Freud bir anlamda kendi kavramsal tutarlılığı adına “ölüm dürtüsü” kavramına başvurur. Lacan ise “bütün dürtülerin ölüm dürtüsü olduğunu” iddia eder; yani bütün dürtüler kendi sönümlenmesinin peşindedir, hepsi tekrarı içerir ve hepsi haz ilkesinin ötesine, hazzın acı olarak deneyimlendiği jouissanceın alanına, aşırılığın alanına geçme girişimidir. O halde Todestrieb kavramını elde tutmaya gerek kalır mı?

Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde metninde bahsettiği kavramlardan birisi de “yineleme zorlantısı”dır (repetition compulsion) ve bunun ruhsal yaşamda haz ilkesine baskın çıktığını belirtir. Bundan sonra travmatik nevrozlardaki rüyalar ve çocuk oyunlarındaki dürtüler bu zorlantıyla ilgili olarak ele alınırlar. Freud, yineleme zorlantısının haz ilkesinden daha eski, daha kökensel ve daha dürtüsel göründüğünü ifade eder. Yineleme zorlantısı ile ölüm dürtüsü arasında kurulan bağlantı oldukça açık görünüyor, ama tam da bu bağlantının kendisi zaten bütün dürtülerin asli bir özelliği değil mi?

O halde ölüm dürtüsünü ölmeyen, tekrar tekrar geri dönen, her koşulda yoluna devam eden, diyalektiğe tabi olmayan olarak tanımlayabiliriz. Aynı Terminatör filmindeki Arnold Schwarzenegger gibi, parçalansa da, kolu bacağı kopsa da, tek bir hücreye indirgense de yoluna, görevine devam eder. İşte bu saf dürtüdür! Ve bu tanım aynı zamanda libidodur, bölünemeyen, parçalanamayan, durmadan yoluna devam eden ve belki de psikanalizin tanıdığı tek “öz” olan libido. Oidipalizasyon sayesinde bedenimizden tahliye olan libido dış dünyaya yatırılabilir hale gelir, tabiri caizse eğitilir, evcilleşir ve toplumsallaşır. Ama psikozda olduğu gibi, bedende hapis kalan libido kesinlikle buradan tahliye olmanın bir yolunu bulmak zorundadır ve klinik olarak iyi bilindiği üzere bunun yolları paranoya, melankoli ve psikozda birbirinden farklıdır. Paranoyada Öteki, dışarısı, dünya kesin olarak kötüdür; melankolide kişinin kendisi kötü ve suçludur ve şizofrenide ise henüz ortada bir cevap yoktur ve bunun ıstırabı sürer gider.

III.

Zizek, Alman İdealizmi’nin başarısını “insan-öncesi” vahşi benlik fikriyle, “medenileşmiş” insan öznelliğinin simgesel evreni arasındaki alışıldık karşıtlığın bir yerdeğiştirme olduğunu ortaya sermesinde görür; ki ikincisi Aklın Işığı olarak tanımlanan Aydınlanma geleneğidir ve bu gelenek birincisi üzerinde uygulanan iktidarı, pasifizasyonu vb. örter. Zizek’in iddiası verili, bitmiş bir öznellik fikrinin aslında simgesel olarak bunun kendisinin kurulmasının imkansızlığını ya da hatta simgeselin kendisinin eksik olan doğasını gözden kaçırdığını söylemektir. Öznellik denilen şeyin ta kendisi parçalanma ve olumsuzluktur, biz bu boşluğa, bu aralığa, bu olmama-haline özne deriz. İşte öznellikle ilgili yerinden edilen bu kavramlar psikanalizdeki Freud’un ölüm dürtüsü kavramıyla ilişkilidir. Ölüm dürtüsü kesin olarak varlığın düzenindeki, radikal bir öznel otonomiye yol açan, bu boşluğun sonucudur ve aynı zamanda bu simgesel çerçeveyi hiç durmadan tehdit eden bir şeydir. Zizek’e göre, Freud’un ölüme yaptığı gönderme basitçe bir iptal etme değil, biyolojik yaşamın ötesinde ya da saf varlığın ötesinde ısrar eden öznelliğin bir boyutudur. İnsanın yaşamı asla sadece yaşam değildir, o daima yaşamdaki bir aşırılıkla sürdürülür. Bu aşırılık, Zizek’e göre, ölüm dürtüsüdür. Freud ve özellikle Lacan bunu jouissancea yönelik hususi bir insani motivasyon olarak tanımlarlar: yani, keyif almaya yönelik temel bir zorlantı; doyumu tüketmeye çalışma ve bu sayede boşluğu iyileştirmek ya da varlığın “yarasını” sarmak. O halde Zizek’e göre, ölüm dürtüsü kavramı esastan politik bir kavramdır; en azından Batı düşüncesindeki özne ve öznellik tanımlarını, rasyonaliteyi, efendilik-kölelik stratejilerini, eşitsizliği vb. yeniden ama farklı bir şekilde gündeme taşımaktadır.

 

[1] Bu yazı ilk kez Bibliotech Dergisi’nin 2015 yılında çıkan 21. sayısında yayımlanmıştır.
[2] “Trieb” Almanca dürtü anlamına gelmektedir.
[3] Evans, D. (2006). An introductory dictionary of Lacanian psychoanalysis. Taylor-Francis e-library, s.32.
[4] Bu konudaki ayrıntılı bir tartışma için bkz.: Johnston, A. (2014). Beyin ve Özne Arasındaki Dürtü: Lacancı Nöropsikanalizin İçkin Bir Eleştirisi, çev. Ö. Öğütcen. Suret: Psikokültürel Analiz Dergisi. İstanbul: Encore, s. 75-125. Ve ayrıca bkz. Lear, J. (2006). Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı, çev. B. Büyükkal, İstanbul: Metis.
[5] Freud, S. (2001). Haz İlkesinin Ötesinde – Ben ve İd, çev. A. Babaoğlu, İstanbul: Metis.
[6] Freud, S. (2001). A.g.e., s. 22.
[7] Freud, S. (2001), A.g.e., s. 23.
[8] Sırası gelmişken belirtelim, Freud “travma nevrozları” tartışmasının içinde kaygı, korku ve dehşetin ayrımını yapar. Bu konudaki güncel ve eşsiz bir tartışma için bkz. Salecl, R. (2013). Kaygı Üzerine, çev. B. E. Aksoy, İstanbul: Metis.
[9] Freud, S. (2001). A.g.e., s. 29. İtalikler bana ait.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s