Bir Nevi Uygulamalı Şiir Olarak Psikanaliz (Adam Phillips Söyleşisi)

29 Mayıs 2012 tarihinde Economist bloglarından Prospero’da Adam Phillips ile şiir-psikanaliz ilişkisi üzerine kısa bir söyleşi yayınlanmış. Biz de bu söyleşiden birkaç soru ve yanıtı sizlerle paylaşmak istedik. Söyleşinin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Psikanaliz ile şiir arasında sizce nasıl bir ilişki var?

Bence en belirgin ilişki, her ikisinin de dil sanatı olması. Freud tam olarak şiirsel konuştuğumuzu söylemiyor aslında çünkü şiirlerin mısralarının sonları vardır. Öte yandan bizler şiirlerde görmeye alışık olduğumuz türden keskin ve muğlak bir dille konuşma potansiyeli taşırız. Yani biraz daha farklı ifade edecek olursam; şiir okumak, psikanalistler için iyi bir eğitim olacaktır.

“Flört Üzerine”nin önsözünde psikanaliz için ‘‘bir nevi uygulamalı şiir(Ayrıntı Yayınları, s. 12, Çev. Özden Arıkan) tabirini kullanmışsınız – bunu biraz daha açar mısınız?

Bir yanda, psikanalizde bir sorunu çözme, birini tedavi etme ya da en azından yaşadığı sıkıntıya dikkat verme girişimi söz konusu olduğundan, uygulamalı bir boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Ama psikanalizin yaptığı bir diğer şey de kişinin konuşmasına imkan sağlamaktır. Psikanaliz, kişinin kendisini olabildiğince anlatması için gereken koşulları yaratma çabasıdır.

Bir bakımdan diyebiliriz ki Freud insanların oldukları şiiri tam olarak dile getiremeseler bile kendilerini olabildiğince açıkça ifade edebildikleri bir ortam veya tedavi icat etmiştir. Seans yaklaşık 50 dakika sürer, her hafta aynı saattedir, tıpkı bir sonenin her zaman 14 mısradan oluşması gibi. Benzer bir durum. Bu biçim, ifadeyi mümkün kılar.

Yani şiir kısıtlılığı itibariyle ile terapi biçimleriyle benzeşir?

Kesinlikle.

Hem psikanalizin hem de şiirin – muğlak ve zor olması açısından – bazen kötü bir şöhrete sahip olabilmesi üzerine bir analoji kurmak mümkün mü?
 

Bir açıdan bakıldığında bu bir zevk meselesi. İnsanlar bir şeyi sevmiyorsa sevmiyordur. Bunun haricindeki durumlarda ise ortada direnç veya korku olduğunu söyleyebiliriz. Şiirin tıpkı müzik gibi onlarda istemedikleri veya istemediklerine inandıkları etkiler yaratabileceğinden korkabilirler. Psikanalizden nefret eden insanlar genelde bu görüşlerinden vazgeçmezler. Ve bence bunun nedeni, psikanalizle ilgili temas etmeye devam etmek istedikleri bir şey olmasıdır. Çünkü psikanaliz bir şeyi tutuyordur, tıpkı şiir gibi.

Şiirin, tıpkı müzik gibi, insanlara hissetmek istemedikleri şeyleri hissettirebileceğini söylediğinizde, şiirin terapötik bir işlevi olabileceğini mi kast ediyorsunuz?

Evet, bence kesinlikle böyle bir işlevi var. Kafka’nın günlüklerinde geçen bir laf var; ”Edebiyat, içimizdeki donmuş denizin buzlarını kıracak bir baltadır” gibi bir şey diyor. Bence bu yoğunluk ve duygusal yaşamlarımızın aşırılıkları bizi çok korkutuyor. Ve sanat – şiiri seviyorsanız şiir, ama müzik de olabilir – duygularınızı hem taşımanızı hem de onlardan haz almanızı sağlar. Ayrıca içinizdeki sizin için en çok önem taşıyan şeyleri keşfetmiş olursunuz. Sizi etkiledi mi tam etkiler, kayıtsız kalamazsınız.

‘Pop’ Psikoloji: Rock and Roll Müziği Psikanaliz Divanına Yatırmak

Michael A. Brog, MD

1 Haziran 2005 | Schizoid Personality Disorder

Psychiatric Times
Haziran 2005
Vol. XXII
Sayı 7

Rock and roll müziğin vahşi dünyası çoğu zaman Mick Jagger, Elvis Presley ve Jim Morrison gibi isimlerin gürültülü kalabalığın önünde yaptığı gösterişli hareketlerle ilişkilendirilir. En azından akla ilk gelenin analitik purosundan ağır nefesler alırken bilinçdışı zihnin karanlık sırları üzerine düşünen asık suratlı bir Sigmund Freud olmadığı kesin. Buna rağmen, her ne kadar ayrı dünyalara ait gibi dursalar da, rock tarihindeki en büyük isimleri psikanalizin geçmişindeki en büyük yıldızla anlamlı bir biçimde ilişkilendirmek mümkün çünkü hepsi benzer şeylerle meşgul olmuşlar – alt benliğe bulanmış duygu ve imgelerin serbest ifadesi. Jagger izleyicilere ”tatmin olamadığını” (can’t get no satisfaction) fısıldarken, Morrison babasını öldürüp annesine sahip olmak isteği üzerine bir şarkı söylerken veya Iggy Pop’un ifadeleri I Wanna Be Your Dog (Köpeğin Olmak İstiyorum) isimli parçada sapkına doğru meyil ederken, arka plandaki içsel güçleri sakallı ihtiyar Sigmund Amca’dan daha iyi kim anlayabilir?

Rock and Roll (salla ve kıvır) tabiri zaten kelime anlamı itibariyle cinsel birleşmeye Freud’un takdir edeceği türden bir atıfta bulunur. Gelgelelim, rock müzik ve psikanaliz arasındaki ilişki, buluştukları cinsellikle erken meşguliyet zemininden çok daha derindir. Her iki disiplin de erken dönem erotik obsesyonlarından benzer noktalara yönelmiş; kırılganlık, kayıp, özgüven ihtiyaçları ve hatta gerçekliğin doğası gibi temaları ele almaya başlamıştır. Psikanaliz Freud’dan doğup D.W. Winnicott, Heinz Kohut ve Wilfred Bion isimlerine dallanırken; rock Elvis Presley’den Elvis Costello’ya, Talking Heads’e ve Nirvana’ya evrilmiştir. Rock ve psikanaliz gibi aralarında dağlar kadar fark varmış gibi görünen iki alan, bazı açılardan kusursuz bir çift olabilir. İlki, içebakışın yaratıcı ve serbest ifadesi için mükemmel bir araçtır; ikincisi ise bu ifadelerin ne ile alakalı olduğunu anlamak ve şifrelerini çözmek için ideal çerçeveyi sağlar. Freud kendi yazılarında müzikle ilgili konulardan kaçınmışsa da, rock albümü formatının ruhsallıkiçi deneyimin ifadesini kolaylaştıracak pek çok unsur barındığını muhtemelen kabul ederdi (Brog, 2002). Müziğin dinleyen kişide derin duygu durumları açığa çıkarma gücü taşıdığı uzun süredir kabul edilen bir şeydir. Bu duygular dinleyiciyi sanatçının duygu dünyasını paylaşmaya davet edebileceği gibi, onu zorla ele de geçirebilir. Bu etkileşimin yansıtmalı özdeşim işlevi gördüğü düşünülebilir (Brog, 1995). Ayrıca müzik, gerek bestesi gerekse düzenlemesi itibariyle, bir dizi farklı ruhsallık içi savunma kümelenmesi biçimi alabilir. Mesela sakin bir melodi tekrar tekrar çalındığında altta yatan rahatsız edici bir ritmin üstünü örtebilir, dolayısıyla da savunma niteliği taşıyan bir bastırma görevi görür. Dürtü, savunma ve duygulanımla ilgili çeşitli ifadeler de bir şarkının bestesine ve düzenlemesine yedirilebilir.

Sözlerin ve albüm formatının eklenmesi ile doğal olarak iletişim potansiyeli de genişler. Sözler, müzikle aktarılan duygularla uyumlu olunca duygusal varlığı daha güçlü ortaya koyar. Güçlü bir duygu iletkeni olan müzik, sözel anlatıya eşlik eden duygusal unsurları netleştirebilir, artırabilir veya onlarla çelişebilir. Müzikle sözcüklerin iç içe geçmesinin doğasında olan yaratıcı olasılıklara uyumlu hareket eden sanatçılar, şarkıları vasıtasıyla içsel deneyimlerini müziğin ya da sözcüklerin tek başına taşıyamayacağı bir derinlik ve karmaşıklıkla ifade edebilir.

Buna ek olarak, şarkıları bir albüm formatı içerisinde sıralamak (albüm kapağı ve iç ambalajın da eklenmesiyle) çağrışım olasılıklarını iyice çoğaltır. Şarkıların dizilimi henüz tam olgunlaşmamış bir hikaye izlenimi yaratabilir; tıpkı Beatles’ın Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club Band veya Who’nun Tommy albümünde olduğu gibi. Bu dizilim, dinleyicinin albüm boyunca öne çıkan temalarla ve onların çeşitlemeleriyle özdeşleşmesine imkan tanır. Analizanın seans boyunca ürettiği serbest çağrışımlarda olduğu üzere, tema itibariyle birbiriyle ilişkili şarkılardan oluşan etkin bir rock albümünde de bütünün parçaların toplamından fazla olmasını bekleriz. Çok sayıda yetenekli müzisyen bu özelliklerden yararlanarak içebakışlarını yaratıcı ifadelerle seslendirmişlerdir. Bu albümlerin zenginliği ve çarpıcılığı, hiç şüphesiz çağrışımları tetikleyen ve duygusal olarak yüklü bir dinleme deneyimi yaratır. Freud’un modern çağdaki bir takipçisi olarak, bu deneyimin psikanalitik açıdan soruşturulması gerektiğine inanıyorum.

white album

Örneğin John Lennon’ın Beatles’ın 1968 tarihli White Album’üne katkılarını ele alalım (Brog, 1995). Buradaki parçalar grubun Yogi Maharishi Mahesh’ten spiritüel rehberlik almak üzere gittiği başarısız Hindistan seyahatinin ardından yazılmış ve kaydedilmiştir. Bu yolculuk esnasında grubun Maharishi’nin bir tür şarlatan olduğu sonucuna üzülerek vardığı ve daha önce hayranlıklarını açıkça ifade ettikleri bir kişiye karşı hayal kırıklığı içinde Hindistan’dan ayrıldığı sıkça yazılmıştı (Brown ve Gaines, 1983). Lennon’ın albüme katkılarının bu hayal kırıklığının ondaki yansımasını temsil ettiği söylenebilir; analitik dilde buna Maharishi ile bağlantılı olarak idealize edilmiş bir kendilik nesnesi oluşturma girişiminin başarısızlığa uğraması da diyebiliriz. Bu yansımalar arasında Maharishi’ye yönelik öfke (Sexy Sadie’deki küçük düşüren baştan çıkarıcı kadın); şaşaalı figürleri yerme eğilimi (Bungalow Bill); depresyon (Yer Blues ve I’m So Tired); kayıp nesnelerle bağlantı kurma arzusunun yeniden canlanması (ölmüş annesiyle temas etme yakarışı olan Julia) sayılabilir. İfade edebileceği geride kalan tek tük sevgi duygusunu da (yumuşak Goodnight) şarkıyı başkasına (Ringo) söyleterek yadsımıştır. Adeta sevgisini bölüp başkasına yerleştirerek öfkeli duygularından korumak istemiştir. Albümün en rahatsız edici parçası olan Revolution 9 ise bir şarkıdan ziyade bir tür uç uca eklenmiş ve haddinden fazla uzun uyumsuz sesler koleksiyonudur. Bu dolambaçlı ve müzikal olmayan anomali ile Lennon dinleyici sarsarak tacize uğramış hissettirir ve başını döndürür (Beethoven’ın bir senfonisini dinlerken uyanan hislerinizin aniden giren bir heavy metal parçasıyla bölündüğünü düşünün, ne demek istediğimi anlayacaksınızdır). Beatles hayranlarının büyük kısmı bu ‘şarkı’dan nefret etmiştir. Kendisine tapan hayranlarını hayal kırıklığına uğratan Lennon, bu sayede Maharishi’nin kendisinde yarattığı sarsıcı hayal kırıklığını onların sahiplenmesini sağlamıştır (ki bunu pasifin aktife çevrilmesi ve hatta yansıtmalı özdeşim olarak okuyabiliriz?) Buna dinleyiciler karar versin.

Lennon’ın bu albümdeki katkılarını Paul McCartney’ninkilerle karşılaştırmak da ikisinin kişilik yapıları arasındaki farkı ortaya koyacağından ilginç olabilir. Hindistan’da benzer bir hayal kırıklığı yaşamış olmasına rağmen, McCartney’nin albüme katkılarında bu olaylara ilişkin pek bir tepki göremeyiz. Bunun yerine, We Don’t Do It In The Road, Helter Skelter ve Birthday gibi parçalarda cinsel meşguliyetlerini net bir şekilde ortaya koyar; I Will ve Marthe My Dear gibi parçalarda benzer alt benlik dürtülerinin daha yüceltilmiş ifade biçimlerini görürüz.

https://youtu.be/_k8W4LE2xts

Özellikle de Rock Raccoon cinsel itkilerle ilgili karmaşayı açıkça ortaya koyan bir parçadır. Bu şarkıda silahşor Rocky’nin, arzuladığı kadın olan Nancy’nin kalbini çalan rakibinden intikam alma çabası anlatılır. İkisinin dans ettiği bir odaya (buna birincil sahne diyebiliriz) bir hışımla giren Rocky’i kendisinden daha iyi bir silahşor olduğu anlaşılan rakibi yaralar. Nancy’i kaybetse de, tamamen eli boş döndüğünü söyleyemeyiz çünkü otel odasında bulduğu Gideonun İncili onu intikam hırsını ve hasedini bırakıp daha yüksek ülkülerin peşinden koşmaya ikna eder. Herhalde Freud bu şarkının Rocky’nin Oidipus karmaşasının çözümünü anlattığını söylerdi; kendisinden daha güçlü bir savaşçının tehdidi sonucu erişilmez sevgi nesnesinden feragat etmek zorunda kalıyor, sonunda da bir tür teselli ödülü olarak ahlaki değerler ön plana çıkıyor.

Bazen albümün yapımcısı grubun kendisini serbestçe ifade etmesini teşvik edip albüm içeriğinin derinleşmesine vesile olabilir. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Talking Heads’in meşhur 1980 tarihli albümü Remain in Light’tır (Brog, 2002). Yapımcı Brian Eno, müzisyenleri şarkıları yazarken içgüdülerini izlemeleri ve spontan davranmaları yönünde cesaretlendirmiştir. Stüdyoya hazırlıksız gelmelerini, enstrümanlarla deneysel çalışmalarını ve şarkı yazma sürecindeki hataları yakalayıp onlardan faydalanmalarını istemiştir (Gans, 1985). Eno bu anlamda grup için psikanalist rolü üstlenmiş diyebiliriz; serbest çağrışımı teşvik etmiş ve daha sonra birincil süreç malzemesine bir şekil ve bütünlük kazandırmıştır.

TalkingHeadsRemaininLight

Bu süreç sonucunda ortaya çıkan albüm, pek çok açıdan takdire şayandır. Solist David Byrne’nin sözlerinde çarpıcı bir serbest çağrışım havası vardır ve albüm boyunca kayıp, gizlenmiş, bölünmüş ve parçalanmakta olan bir kimlik ile bütünlüklü bir kendilik duyumunu koruma çabası gibi temaların egemenliği göze çarpmaktadır (albümün rahatsız edici kapağında dört grup üyesinin bilgisayarla yapılmış ve adeta onları kişiliksizleştiren maskelerle portreleri yer alır ki bu da kimlik bozulması temalarını yansıtır). Psikotik ve şizoid deneyimlere işaret ettiği söylenebilecek pek çok şarkıdaki anlatım, Bion ve Harry Guntrip’in yazılarına tekinsiz bir benzerlik taşır. En çarpıcı olanı da bu albümün müziği kullanma biçiminin bu rahatsız edici deneyimlerle ilişkili olarak savunmacı ve telafi edici bir işlev üstlenmesidir.

Cross-Eyed ve Painless’ta canlı ve insanı hareketlendiren ritimler, şarkının sözlerinde ifade edilen kendiliğin çözülmesi haline bir mesafe koyan kapsayıcı bir işlev sağlamak için kullanılmış gibidir. Yine The Great Curve’deki tahrik edici ritim psikotik kişiliğin psikotik olmayan parçalarını güçlendirir. Listenin Wind sesi ve müziği, ötekinin rahatlatıcı varlığını temin eden bir geçiş nesnesi olarak kullanır. Albümün en bilindik şarkısı Once in a Lifetime’da ise gerçek kendiliğin şizoid batışı şarkının titrek, hipnotik arkaplan sesleriyle yansıtılır ki bu da dinleyen kişiyi rüya gibi bir kopukluk haline sokma tehdidi taşır.

https://www.youtube.com/watch?v=hFLiKLoxWD8

Elbette gerek Beatles gerekse Talking Heads, rock albümünü çağrışımsal ruhsallık içi deneyimleri serbestçe ifade etmek amacıyla kullanan pek çok gruptan yalnızca ikisidir. Dikkatli bir kulak, pek çok albümün psikanalitik açıdan değerlendirilebileceğini takdir edecektir. O halde siz de bundan sonra en sevdiğiniz albümü evde çalacağınız zaman ışıkları kapatın, rahat bir koltuğa yerleşin, kendinize bir kadeh şarap koyun (ve hatta Freudcu bir puro yakın) ve hoparlörden gelen müziği analistin serbest dikkatiyle dinleyin. Keşifleriniz sizi şaşırtabilir.

Dr. Brog, St. Louis Psikanaliz Enstitüsü’nde öğretim görevlisidir.

Kaynaklar

Brog MA (1995), The phenomena of Pine’s “four psychologies”: Their contrast and interplay as exhibited in the Beatles’ “White Album.” Am J Psychother 49(3):385-404.

Brog MA (2002), “Living turned inside out”: the musical expression of psychotic and schizoid experience in Talking Heads’ Remain in Light. Am J Psychoanal 62(2):163-184.

Brown P, Gaines S (1983), The Love You Make: An Insider’s Story of the Beatles. New York: McGraw Hill.

Gans D (1985), Talking Heads. New York: Avon Books.

Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”una Psikanalitik Bir Yaklaşım

Hilmi Tezgör

“Tüm kadınlar sonunda annelerine benzerler: Bu onların dramıdır. Erkekler için böyle bir durum asla söz konusu olamaz: Bu da onların dramıdır.”
Oscar Wilde

Giriş

Sigmund Freud ve psikanaliz yüz yılı aşkın bir süredir tartışılıyor. Cinsellik gibi bir kavramı öğretisinin merkezine alan bir düşüncenin yıllardır tartışılıyor olması son derece olağan. Freud ile ilgili tartışılmaz bir gerçek varsa bu, onun 20. yüzyıl edebiyatı üzerindeki büyük etkisi olsa gerek. Age of the Modern and other Literary Essays kitabında bu noktanın altını çizen Harry T. Moore da, “Modern edebiyat üzerindeki hiçbir etki Freud’unki kadar doğrudan olmamıştır” diyor. (23)

“Aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (Mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) Bir yerde okumuş olsaydın da bana, ‘Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?’ diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum” (Atay, Babama Mektup, 169). Bu alıntının yer aldığı “Babama Mektup”a psikanalitik bakış açısıyla yaklaşıldığında, Freud’un erkek çocukta gözlemlediği Oidipus Kompleksi’ni ne bütünüyle ve başarıyla aşabilmiş, ne de tamamen başarısız olmuş; ‘arada’ kalmış bir oğul ile (mektubun yazarı ile) karşı karşıya kalınır. Babanın ölümü sonrasında ona yazılan mektup ise, hayatta neler yapıp yapamayacağının artık iyice farkında olmuş bir bireyin iç hesaplaşmasıdır. Bu yazıda, bu düşünce örneklenerek açıklanmaya çalışılacaktır.

Freud’un Düşüncesi ve Edebiyat

Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı’nda, Freud’un deyişiyle ‘haz ilkesinin gerçeklik ilkesi tarafından bastırılması’ sürecinin her insan tarafından yaşanmak zorunda olduğunu söyler. Bu baskının uzaması, fazlalığı ve kaldırılamaması durumunda hastalanırız, ki buna ‘nevroz’ denmiştir. Bir Freud yorumcusundan aktardığına göre de, baskı mekanizması kaçınılmaz olduğundan, insan ırkı için ‘nevrotik hayvan’ tanımlaması yapılabilir. (174). Klasik anlamda psikanaliz, hekim olan analizciyle, analizi yapılacak olan hastanın ilişkisidir. Analizci, hastasındaki çatışmaları ve bu çatışmaların neden olduğu davranışları tespit ederek bunların değiştirilmesine olanak sağlayacak ortamı hazırlamaya çalışır. “Baskı mekanizması, nevrozun sebeplerini görünmez kıldığı için hastanın kendisi, söz konusu değişikliği—belirtilerin farkında olsa ve hatta bunları çözümlemeye çalışsa da—gerçekleştiremez. Engin Geçtan’ın Psikanaliz ve Sonrası kitabında belirttiği gibi “Tedavinin amacı, baskı mekanizmasının işletilmesine neden olan olumsuz duyguları azaltmaktır.” (57) Bu sağlanabilirse, belirtilerin gerisinde yatan düşünceler baskıdan kurtularak bilinçdışından bilinç düzeyine çıkar. Aktarım süreci, hastanın bastırdığı yaşam parçacıklarını tekrar hatırlamasını sağlar. Rahatsızlıklarını yorumlayan ve anlamlandıran hasta kendisi hakkında yeni bir hikâye anlatmayı başarabilir. “Psikanalizin amacı bireyi gündelik hayatın çatışmalarından kurtarmak değil, dürtülerini bilinçlendirmek ve gerçekliğin beklentilerini kabul edebilmesini sağlamaktır.” (57) “Babama Mektup”un yazarı da, babasının ölümünden sonra ona yazarak, kendi kendinin psikanalizini yapmıştır bir anlamda.

Freud kendi düşüncelerini ortaya koyabilmek için edebiyata başvurmuş ve Sophokles’in Kral Oidipus’unda resmedilen Yunan miti Oidipus’u kullanmıştır (Bilindiği gibi, oyunda baş karakter bilmeden babasını öldürür ve annesiyle evlenir). Psikanaliz, Oidipus Kompleksi’ni insan ruhunun gelişimindeki en kritik aşama olarak kabul eder. Annesine sahip olmak isteyen erkek çocuk için babası cinsel bir rakip konumundadır, ama çocuk zamanla bunun mümkün olamayacağını anlar, zira anne cinsel açıdan babaya bağlıdır ve babanın gücü çocuktan çok daha fazladır. Öte yandan çocuk, babası tarafından iğdiş edilme (kastrasyon) korkusunu duyar (ki bu onu annesine duyduğu arzudan uzaklaştırır), otoritenin ve arzuların sınırlandırılmasının kaynağı olarak babayı görür ve durumu kabullenir. Haz ilkesinden gerçeklik ilkesine bu noktada geçilmiş olur. Bilinçdışı ise, anneye duyulan yasak arzunun bastırılmasıyla ilk kez devreye girmiş olur. “Erkek çocuk, babasının gelecekte kendisinin sahip olabileceği bir yeri simgelediği düşüncesiyle kendisini avutur. Şimdi aile reisi değildir ama ilerde olacaktır” (Eagleton, 177). Artık çocuk, toplumun ‘erkek’ tanımı ve ilintili pratikleri içinde hayatına devam edecektir (Bu durumun olumlu bir şey olup olmadığı da başka ve sonu olmayan bir tartışmanın konusudur elbette).

Çocuğun babayla barışıp, özdeşleşip, iktidarı ve otoriteyi paylaşma durumuna geçerek simgesel erkeklik rolüyle tanışması, Oidipus kompleksinin başarıyla atlatılması anlamına gelir. Başarısız durum ise, kısaca, ruhsal dengesizlik, otoriteyle sorunlar ve hayat boyu süren şiddet eğilimidir. “Babama Mektup”un yazarı erkek olduğu için, bu yazıda Oidipus Kompleksi’nin kız çocuktaki yansıması üzerinde durulmayacaktır.

Freud insan ruhunun (“psyche”) üç parçadan oluştuğunu söyler. Doğal dürtüler ve sınır tanımayan arzuların karanlık alanı “id”; babanın ve toplumun otoritesinin temsilcisi, arzuların sınırlayıcısı “süper ego” ve bu iki bölge arasında adeta gidip gelen, ruh ile dış dünya arasında duran, bilincin, düşüncenin temsilcisi “ego”. Bu üç parçalı model eleştirmenler tarafından doğrudan edebiyata uyarlanmış ve bu parçaların kendi aralarındaki ilişkilerle edebi metinler arasında analojiler kurulmaya çalışılmıştır (Örnek olarak Freud’un öğrencisi Ernest Jones’un Hamlet and Oedipus adlı kitabı ya da Henry A. Murray’in Melville’in ünlü eseri Moby Dick üzerine yazdığı “In Nomina Diaboli” adlı makalesi verilebilir). Bizzat Freud da Sanat ve Sanatçılar Üzerine adlı kitabında edebiyatçılardan Dostoyevski, Goethe ve Shakespeare’e benzer şekilde yaklaşmıştır. Oidipus Kompleksi’yle bu üçlü model arasındaki ilişki de net olarak görülebilir. Çocuksu akıl idin kaynağıdır. İd kökenli anne arzusunu yasaklayarak krize yol açan baba otoritesi süper egoyu oluşturur. İkisinin arasında dengeli, sabit bir egonun oluşabilmesi kompleksin aşılması anlamına gelir. Sonuç olarak kabul edilmeyen arzuların, kabul edilebilir faaliyetlere dönüştürülmesine Freud ‘yüceltme’ demiştir. Öte yandan bastırılan ve bilinçdışının karanlığına gönderilen arzular (bir şekilde dışa vurulmak zorunda olduklarından) rüyalarda, davranışlarda, konuşmada ve dil sürçmelerinde (‘parapraxes’) ortaya çıkar.

Yazının devamı için tıklayın.

Freudo Baggins’in Mordor Yolculuğu

Bülent Somay
Focus Dergisi

Bir Psikanaliz Metaforu Olarak Fantazi Edebiyatı Fantazi, bir yolculuktur. Tıpkı psikanaliz gibi, bilinçaltı zihne yapılan bir yolculuk. Tıpkı psikanaliz gibi tehlikeli olabilir ve sizi mutlaka değiştirir.

Ursula K. Le Guin “From Elfland to Poughkeepsie”

frodo2

Ruhtaki bozuklukların, acıların, marazın, altüst oluşların her birinin bir hikayesi var. Sonu ister mutlu bir aile hayatında, isterse de tımarhanede bitsin, bu öykülerin her biri şaşırtıcı ölçüde bir diğerine benzer. Ayrıntılardaki farklılıklar sonsuzdur; şeytan da melekler de orada gizlidir zaten. Ama hikayeler daima bir yolculuğu anlatırlar; başı ve sonu olan, ister istemez de bir ortası bulunan birer yolculuğu. Yolculuğun nerede başladığı hayli belirsizdir. Ortası da öyle; yalnızca belli başlı kavşaklar, o da geriye doğru bakıldığında biraz bilinebilir. Son ise genellikle barizdir, ne anlama geldiği hiç anlaşılamayacak da olsa.
Her yolculuk aslında benzersizdir. Ancak onları anlayabilmek için birbirlerine benzetmemiz, ortak yanlarını bulmamız, genellememiz gerekir. Aksi takdirde yapabileceğimiz tek şey, önden giden Don Quijote’nin peşinden umarsızca koşturan, onu izleyen ama olup biten her şeyi ancak sonradan kavrayabilen ve kişisel bir vakanüvislikten başka işi olmayan Sancho Pansa rolüne soyunmaktır. Psikanaliz Sancho Pansa’yı genelleştirerek onu birçok Don Quijote’nin birden peşinden koşabilecek cihazlarla donatır. İster istemez birçok ayrıntıyı kaybeder gerçi, ama geçici süreler için bir takipçiden ziyade bir yol arkadaşı olmayı, edilgenliğiyle etken olmayı başardığı sürece de vakanüvislikten kurtulur. Eyleyen Don Quijote ve kaydeden Sancho Pansa ikiliğini altüst ederek, Don Quijote’yi kendi kendisinin vakanüvisi haline getirmeyi amaçlar. Don Quijote kendi yolculuk öyküsünü yazmayı başarabildiğinde, tedavisi de (“tedavi” her ne kadar mümkünse) tamamlanmış olur.

Don Quijote, bir ortaçağ romansı parodisi. Ortaçağ romansından kaynaklandığı ölçüde de, hem çağdaş romanın, hem de çağdaş fantazi edebiyatının öncüsü olma şerefini taşıyor. Ama aynı zamanda psikanalitik bir “vaka öyküsü” olarak da okunabilir. Bir edebi tür olarak fantazi, tarihsel açıdan bakıldığında, psikanalizi önceliyor. Selef halefin metaforu olabilir mi? Ancak unutmamalıyız ki, “yolculuk” her ikisini de önceliyor. İster karşıki dağın ardına, ister şu ırmağın ya da denizin ötesine, ister oradaki mağaraya, isterse de kendi zihnimizin bilinmeyenine doğru yapılsın, yolculuk insan türü kadar eski. En az zıddı ve tamamlayıcısı olan “ev” kadar. Fantazi de bu faaliyetten çıkıyor, psikanaliz de. Dolayısıyla fantazinin bir psikanaliz metaforu olduğunu söylemek, anakronik (yani tarihsel olarak arabayı atın önüne koşan) bir yaklaşım sayılmaz. Psikanalizde en azından kısmi bir gerçekliğe ulaşma amacı ve iddiasıyla yapılan, her ne kadar fantastik bir evrene yönelse de ayakları “bugün ve burada”ya sapasağlam basan yolculuk, fantazide açıkça kurgusal olarak yapıldığı için, “metafor”unvanı fantaziye daha çok yakışıyor sadece.

Le Guin’in en başta alıntıladığım iddiasına geri dönersek, her fantastik (kurgusal) yolculuk bilinçdışına (onun deyişiyle “bilinçaltı zihne”) yapılan bir yolculuktur. Peki, yola nasıl çıkılıyor, orada ne bulunuyor ve eve nasıl geri dönülüyor?

Yazının devamı için tıklayın.

Psikanalizin Tarihsel Araştırmalara Uygulanması

W. Reich
Çev.: Doç. Dr. Ahmet Taner Kışlalı

Ruhsal yapının oluşumunun incelenmesi, bilimsel psikolojinin görevidir. Bu niteliği ile, ancak ruhsal süreçlerin ekonomisini ve dinamiğini anlamak ve anlatmak için gerekli yöntemlere sahip bir psikoloji söz konusu olabilir. Psikanaliz ile maddeci diyalektik arasındaki ilişkiler üzerinde yaptığım çalışmada, psikanalizin, kendisinden hareketle maddeci diyalektik bir psikolojinin geliştirilmesi gereken bir çekirdek olduğunu kanıtlamaya uğraştım. Bilim adamları dünyasının burjuva görüş açısı, genellikle kendi bilim dallarına biçim değiştirmiş kavramlar ve yanlış ilkeler soktuğu için, bütün maddeci ve diyalektik psikoloji denemeleri, herşeyden önce yöntemsel bir eleştiriyi gerektiriyor. Sözünü ettiğim çalışmada, psikanalizden bir sosyoloji çıkarılabileceği olanağım yadsıdım; çünkü, toplumsal süreçlere uygulandığında, psikolojinin yönteminin ister istemez idealist ve metafizik sonuçlara götürmesi gerekir. Nitekim böyle olmuştur. Bu bana, “ilkel sosyoloji” ile uğraşan psikanalistlerin çok sert biçimde saldırmaları sonucunu doğurdu. Hiçbir psikolojik yöntemin sosyolojik sorunlara uygulanamıyacağı benim için ne kadar açıksa, insanların “öznel eylem” sorunları ve ideolojinin oluşması söz konusu olduğu andan itibaren, sosyolojinin psikolojiden vazgeçemiyeceği de aynı derecede kesindi. Psikanalize sosyolojide bir yer vermeyi deneyen geçici bir formülü sonunda bulduktan sonra, kendi kendimle çeliştiğimi söyleyerek Sapir bana saldırdı. Bir yandan psikanalizmin sosyolojiye uygulanmasına karşı çıktığım halde, öte yandan herşeye karşın ona belirli bir yer ayırdığım için, bana böyle bir eleştiride bulunmak zor değildi. Beni eleştirenlerin işinin, benim işime oranla çok daha kolayolduğu açıktı. Bir kısmı, polisin varl1ğının kitlelerin cezalandırılma gereksinmeleri ile açıklanması gerektiğini öne süren savlan ile zaferlerini kutlayan “psikanalitik sosyoloji”lerini işin içine karıştırmaya devam etmer. Diğerleri, psikanalizmin “idealist” bir bilim dalı olduğunu ve bu konuyla ilgilenmemenin daha iyi olacağını kısa yoldan savunarak, bu tür zor sorunların tümünü bir çırpıda bir kenara ittiler. Sorunları aydınlatmak için çok az çaba sarfetmenin kanıtı idi bu. Birçok eleştirmen, örneğin Sapir gibi, aynı zamanda psikanalizin bir dizi temel buluşlar yaptığını, en iyi cinsel kuramı oluşturduğunu, bilinç altını ve cinsel bilinç altına itilmeyi (refoulement) ve dolayısıyle ruhsal süreci ortaya çıkardığını vb. kabul etmek zorunda kaldıklarını söyleyerek, kendi kendilerini yadsımış oluyorlardı. İdealist bir bilim dalının nasıl olup da böylesine önemli buluşlar yapabildiğini sorduğumda yanıtsız kaldım.

Yazının devamı için tıklayın.