Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”una Psikanalitik Bir Yaklaşım

Hilmi Tezgör

“Tüm kadınlar sonunda annelerine benzerler: Bu onların dramıdır. Erkekler için böyle bir durum asla söz konusu olamaz: Bu da onların dramıdır.”
Oscar Wilde

Giriş

Sigmund Freud ve psikanaliz yüz yılı aşkın bir süredir tartışılıyor. Cinsellik gibi bir kavramı öğretisinin merkezine alan bir düşüncenin yıllardır tartışılıyor olması son derece olağan. Freud ile ilgili tartışılmaz bir gerçek varsa bu, onun 20. yüzyıl edebiyatı üzerindeki büyük etkisi olsa gerek. Age of the Modern and other Literary Essays kitabında bu noktanın altını çizen Harry T. Moore da, “Modern edebiyat üzerindeki hiçbir etki Freud’unki kadar doğrudan olmamıştır” diyor. (23)

“Aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (Mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) Bir yerde okumuş olsaydın da bana, ‘Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?’ diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum” (Atay, Babama Mektup, 169). Bu alıntının yer aldığı “Babama Mektup”a psikanalitik bakış açısıyla yaklaşıldığında, Freud’un erkek çocukta gözlemlediği Oidipus Kompleksi’ni ne bütünüyle ve başarıyla aşabilmiş, ne de tamamen başarısız olmuş; ‘arada’ kalmış bir oğul ile (mektubun yazarı ile) karşı karşıya kalınır. Babanın ölümü sonrasında ona yazılan mektup ise, hayatta neler yapıp yapamayacağının artık iyice farkında olmuş bir bireyin iç hesaplaşmasıdır. Bu yazıda, bu düşünce örneklenerek açıklanmaya çalışılacaktır.

Freud’un Düşüncesi ve Edebiyat

Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı’nda, Freud’un deyişiyle ‘haz ilkesinin gerçeklik ilkesi tarafından bastırılması’ sürecinin her insan tarafından yaşanmak zorunda olduğunu söyler. Bu baskının uzaması, fazlalığı ve kaldırılamaması durumunda hastalanırız, ki buna ‘nevroz’ denmiştir. Bir Freud yorumcusundan aktardığına göre de, baskı mekanizması kaçınılmaz olduğundan, insan ırkı için ‘nevrotik hayvan’ tanımlaması yapılabilir. (174). Klasik anlamda psikanaliz, hekim olan analizciyle, analizi yapılacak olan hastanın ilişkisidir. Analizci, hastasındaki çatışmaları ve bu çatışmaların neden olduğu davranışları tespit ederek bunların değiştirilmesine olanak sağlayacak ortamı hazırlamaya çalışır. “Baskı mekanizması, nevrozun sebeplerini görünmez kıldığı için hastanın kendisi, söz konusu değişikliği—belirtilerin farkında olsa ve hatta bunları çözümlemeye çalışsa da—gerçekleştiremez. Engin Geçtan’ın Psikanaliz ve Sonrası kitabında belirttiği gibi “Tedavinin amacı, baskı mekanizmasının işletilmesine neden olan olumsuz duyguları azaltmaktır.” (57) Bu sağlanabilirse, belirtilerin gerisinde yatan düşünceler baskıdan kurtularak bilinçdışından bilinç düzeyine çıkar. Aktarım süreci, hastanın bastırdığı yaşam parçacıklarını tekrar hatırlamasını sağlar. Rahatsızlıklarını yorumlayan ve anlamlandıran hasta kendisi hakkında yeni bir hikâye anlatmayı başarabilir. “Psikanalizin amacı bireyi gündelik hayatın çatışmalarından kurtarmak değil, dürtülerini bilinçlendirmek ve gerçekliğin beklentilerini kabul edebilmesini sağlamaktır.” (57) “Babama Mektup”un yazarı da, babasının ölümünden sonra ona yazarak, kendi kendinin psikanalizini yapmıştır bir anlamda.

Freud kendi düşüncelerini ortaya koyabilmek için edebiyata başvurmuş ve Sophokles’in Kral Oidipus’unda resmedilen Yunan miti Oidipus’u kullanmıştır (Bilindiği gibi, oyunda baş karakter bilmeden babasını öldürür ve annesiyle evlenir). Psikanaliz, Oidipus Kompleksi’ni insan ruhunun gelişimindeki en kritik aşama olarak kabul eder. Annesine sahip olmak isteyen erkek çocuk için babası cinsel bir rakip konumundadır, ama çocuk zamanla bunun mümkün olamayacağını anlar, zira anne cinsel açıdan babaya bağlıdır ve babanın gücü çocuktan çok daha fazladır. Öte yandan çocuk, babası tarafından iğdiş edilme (kastrasyon) korkusunu duyar (ki bu onu annesine duyduğu arzudan uzaklaştırır), otoritenin ve arzuların sınırlandırılmasının kaynağı olarak babayı görür ve durumu kabullenir. Haz ilkesinden gerçeklik ilkesine bu noktada geçilmiş olur. Bilinçdışı ise, anneye duyulan yasak arzunun bastırılmasıyla ilk kez devreye girmiş olur. “Erkek çocuk, babasının gelecekte kendisinin sahip olabileceği bir yeri simgelediği düşüncesiyle kendisini avutur. Şimdi aile reisi değildir ama ilerde olacaktır” (Eagleton, 177). Artık çocuk, toplumun ‘erkek’ tanımı ve ilintili pratikleri içinde hayatına devam edecektir (Bu durumun olumlu bir şey olup olmadığı da başka ve sonu olmayan bir tartışmanın konusudur elbette).

Çocuğun babayla barışıp, özdeşleşip, iktidarı ve otoriteyi paylaşma durumuna geçerek simgesel erkeklik rolüyle tanışması, Oidipus kompleksinin başarıyla atlatılması anlamına gelir. Başarısız durum ise, kısaca, ruhsal dengesizlik, otoriteyle sorunlar ve hayat boyu süren şiddet eğilimidir. “Babama Mektup”un yazarı erkek olduğu için, bu yazıda Oidipus Kompleksi’nin kız çocuktaki yansıması üzerinde durulmayacaktır.

Freud insan ruhunun (“psyche”) üç parçadan oluştuğunu söyler. Doğal dürtüler ve sınır tanımayan arzuların karanlık alanı “id”; babanın ve toplumun otoritesinin temsilcisi, arzuların sınırlayıcısı “süper ego” ve bu iki bölge arasında adeta gidip gelen, ruh ile dış dünya arasında duran, bilincin, düşüncenin temsilcisi “ego”. Bu üç parçalı model eleştirmenler tarafından doğrudan edebiyata uyarlanmış ve bu parçaların kendi aralarındaki ilişkilerle edebi metinler arasında analojiler kurulmaya çalışılmıştır (Örnek olarak Freud’un öğrencisi Ernest Jones’un Hamlet and Oedipus adlı kitabı ya da Henry A. Murray’in Melville’in ünlü eseri Moby Dick üzerine yazdığı “In Nomina Diaboli” adlı makalesi verilebilir). Bizzat Freud da Sanat ve Sanatçılar Üzerine adlı kitabında edebiyatçılardan Dostoyevski, Goethe ve Shakespeare’e benzer şekilde yaklaşmıştır. Oidipus Kompleksi’yle bu üçlü model arasındaki ilişki de net olarak görülebilir. Çocuksu akıl idin kaynağıdır. İd kökenli anne arzusunu yasaklayarak krize yol açan baba otoritesi süper egoyu oluşturur. İkisinin arasında dengeli, sabit bir egonun oluşabilmesi kompleksin aşılması anlamına gelir. Sonuç olarak kabul edilmeyen arzuların, kabul edilebilir faaliyetlere dönüştürülmesine Freud ‘yüceltme’ demiştir. Öte yandan bastırılan ve bilinçdışının karanlığına gönderilen arzular (bir şekilde dışa vurulmak zorunda olduklarından) rüyalarda, davranışlarda, konuşmada ve dil sürçmelerinde (‘parapraxes’) ortaya çıkar.

Yazının devamı için tıklayın.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s