Barış Özgen Şensoy
Lunar Psikoterapi
sensoyb@gmail.com
Istırap ve yaratıcılık
Çeşitli alanlardan sosyal bilimciler, felsefeciler ve psikanalistler sürekli sanatçılardan atıf yaparken, onların eserleri üzerine yazarken, nasıl oluyor da, hakikatin gizemine vakıf olmuş sanatçı durulmuyor, ıstırap çekiyor ve hatta kendi hayatına son veriyor? Bu sonuna kadar meşru bir soru: İçinde bulunduğumuz dünyayı açıklamak için yararlandığımız zihinlerin içinde bulundukları dünyaya katlanamamalarında üstüne düşünülmesi gereken bir şey olmalı. Phillips (2007) psikanalistlerin şiire olan merakı üzerine yazdı ama sanatçının psikopatolojisinin içgörü karşısındaki direnci üzerine pek yazılmadı, ki Freud’a göre klinik veriyi doğrulamanın yolu sanattan geçiyordu.
Bu senenin İstanbul Film Festivali’nde gösterime giren Blue filmi, yaratıcılık ve psikopatoloji ilişkisini Blue Blues Band’de birlikte çalmış Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı üzerinden ele alıyor. Ben de Yavuz Çetin’in “Satılık” albümünden yola çıkarak konuya dair psikanalitik perspektiften birkaç not düşmeyi arzu ediyorum.
Bunu yaparken, benim “eleştirmen psikanalist” olarak adlandırdığım, tarafsızlık, sanatçının çağrışımsal diline dayanmak ve sanat modalitesinin dilsel ya da sembolik bağlamını takip etmek suretiyle kişisel varlığını unutturmak temellerinde işleyen bir inceleme yöntemi izlemeyeceğim. Tam tersine, bir “ikiz gibi iş görmek” (Botella & Botella, 2005) mefhumunu aklımda tutarak, kendi zihinsel aygıtımdan yola çıkan bir üslup tutturmaya çalışacağım. Bu tutuma ise “psikanalitik eleştirmen” adını veriyorum, dolayısıyla ne olursa olsun bu yazı bir inceleme ve izlenim çabası olarak düşünülebilir.
Anlamak ve Katlanmak
Anlamak, katlanmak değildir. Katlanabilmek için, anlamanın ötesinde bir şey yapmak gerekir. Freud, 1897’de arkadaşı Fliess’e kendi kendini analiz etmenin nihai olarak imkânsız olduğunu, eğer mümkün olsaydı hastalık diye bir şey olmayacağını yazar. Burada, hakikati ne kadar derinden kavrarsak kavrayalım, onunla yaşayabilmemiz için bir şeylere tutunmak gerektiğine dair bir ipucu vardır. Ne kadar akıllı olursak olalım, hayatı coşkuyla yaşayabilmemiz için bir ötekine ihtiyaç duyarız.
Aklımda bu düşüncelerle, Yavuz Çetin’in “Satılık” albümünü yeniden dinliyorum. Nihayetinde Yavuz Çetin’in intiharı bu albümü çevreleyen halet-i ruhiyenin zorunlu bir parçası olmuştur. İki şarkıya yöneliyor düşüncelerim: “Yaşamak İstemem” ve “Oyuncak Dünya”. Bir yandan sanatın bir hakikati derinden kavradığı andaki yücelik esere doğru beni iterken, bir andan bu hakikatle ne yapacağımı bilememenin hissiyle kendimi başka bir yere atmak istiyorum. Trajik hissiyat böyle bir şey olsa gerek: Hem sınırları, hem de sınırsızlığı aynı anda yaşatan, hem kudreti hem de tek kudretin zorunluluklara katlanmak olduğunu gösteren bir anın göz açıp kapayıncaya kadar geçmesi.
Öte yandan, hakikate yaklaşırken iyi kötü bir arada durabilmemi, zihni bir çöküşte halinden çıkabilmemi sağlayan nedir diye düşünüyorum. Hakikatin dehşeti, ancak o dehşetle yaşamayı mümkün kılacak bir evrende bir yücelik olarak duyumsanabilir. Psikanaliz de, Marksizm de, sanat etkinliği de hakikatin dehşetini hem kavramak hem de katlanmak için icat edilmiş kuramsal ve kurumsal olarak araçlar olarak değerlendirilebilir. Freud’un, müziği teorik bir biçimde ele alamadığı için ondan uzak durduğu iddiasını da bu noktada hatırlamak iyi olabilir (Jacquet, 2016).
Sonra dikkatimi aralara serpilmiş aşk şarkıları yakalıyor: “Kurtar Beni”, “Köle”, “Bul Beni”, “Sadece Senin Olmak”. Aşk, diğer şarkılarda beliren kuşatıcı ve bunaltıcı hakikatle baş etmek için tek imkân olarak beliriyor. Bu durumda, blues’dan da destek alarak, aşk, hakikatin yakıcılığına katlanabilmeyi mümkün kılacak bütün uyaranların bir nesnede bulunduğuna inanmaktır diye de tanımlanabilir. Bununla beraber, Yavuz Çetin’in şarkıları özelinde blues bize gösterir ki aşkta gerçekleşen sınır kaybında her zaman beslenme bağlamında doyuma ait bir şey de vardır. Klein, bebeğin hayatta kalabilmesini mümkün kılan şeyin memenin besleyici yanının içselleştirilmesi olduğu üzerine teorisini kurar. Meltzer’e (1988) göre de, bebeğin ilk deneyimi aşka düşmektir, emzirilmenin sağladığı coşku ve doyumla bebek anneye hemen aşık olur.
Burada bir çıkış beliriyor gibi: Dünya oyuncak, meslekler yalan, insanlar sahte olsa da bütün buna katlanmamızı mümkün kılan bir öteki var olabilir. Ferro’nun (2015) dediği gibi, hakikatler yakıcıdır, dolayısıyla hepimizin yalanlarla yaşaması gerekir. Patolojik yalancılık ya da gerçekliğin inkârı noktasına düşmeden, hakikatin en yıkıcı halini kişisel bir öyküye dönüştürme problemi hepimize meydan okur ve bir yandan da hepimizi ya çökertir ya iyi kötü bir hayat sahibi yapar. Her şeyin belirsiz olduğu bir evreden çıkmamızı, çevremizde var olmak suretiyle endişelerimizin depoları haline gelen insanlar ve kültürel varlıklar sağlar (Sas, 1992). Aşk, bu açıdan varlığın sürekliliğini garanti altına alır.
Ancak, katlanmak için bir kişiye dayanınca bir sürü yeni dosya açılmak zorunda kalır: İnsanlar sınırlı varlıklardır, her zaman coşku uyandıramazlar, insanlar kendilerini kontrol edilmiş hissetmekten hoşlanmaz, kimse kendini bağımlı hissetmek istemez… bu liste uzar gider. Bunlar karışır, çalkalanır. Gerçeklik, insanın ve doğanın sınırları, aşkı her zaman sınar, sürekli sınar. Aşık olunan annenin yüzündeki dalgalanmaların bebek tarafından fark edilip anlamlandırılmaya çalışılmasına Meltzer (1988) estetik çatışma der. Ötekinin ayrıştığı noktada ne yapmalı sorusu, yani estetik çatışma karşısında insanın dalgalanma hali, blues albümünün ötesinde dinleyiciyi bekler.
Bir de bunun üstüne, her şeye sahipmiş gibi görünen, tasasız insanların rahatsız edici görüntüsü biner. “Cherokee” kendi yoksulluğuyla dalga geçmenin şarkısıyken, birdenbire bir kadına, anonim olsa da zengin ve aylak olmasıyla öne çıkan bir kadına karşı, öfke uyanır: Platin saçlı karıların altında, Grand Cherokee. Uysal, neşeli melodi, derinden bir öfkenin zemini olur. Kadın, sonsuz doyuruculuğun olduğu kadar, sonsuz mahrumiyetin de simgesidir. Bütün bunların üstüne sahip olduklarıyla kendi kendini eğlendirir. Klein (1999), bunu küçük kurabiyeler rüyasının yorumunda açıklıyordu. Mahrumiyet deneyimini daha da yakıcı kılan, mahrum bırakanın kendi kendini eğlendirmesi, keyfine bakmasıdır. Dolayısıyla, hem blues’da hem de “Satılık”ta kadın figürü kırılgandır, bir anda mağdur eden ve nefret edilen bir figür olarak belirebilir.
Sonsuzluk ve Sınır
Denebilir ki, sanatçılar hep bir kavrayışı ortaya koyar. Bu bir yanılsamadır, zira sanatçı aynı zamanda dönüştürememeyi, sıkışmışlığı, bunaltıyı ve çöküşü de dillendirendir. Rousillon (2016), sanatçının temsilin peşinde olduğu kadar temsilsizliğin, ya da temsilsizliğin temsilinin peşinde olduğunu fark etmiştir. Roethke, Sardunya’da bir umudun yükselmesini ve yıkımını anlatır: Sonuç yıkımdır, yalnızlıktır, başarısızlıktır, dönüşümün olmadığı travmatik tekrardır. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’i Alyoşa’yı kutsayarak bitirir: Bütün rasyonelliği, entelektüelliği ve cesaretine rağmen Ivan Karamazov’un sonu meçhuldür. Alyoşa’nın kutsanışı, Dostoyevski’nin ruhsal karmaşasının sonunda dine ve milliyetçiliğe dönüşünü düşündürür. Amentü ile dine dönen İsmet Özel, “Of Not Being a Jew”u şizofreniye düşmüş arkadaşlarına ithaf eder. Rimbaud ise şiiri bırakır.
Dolayısıyla, sanat kavrayışın olduğu kadar çöküşün de forma kavuşmasıdır bir yanıyla. Sanatçı, çöküşe ve yıkıma form verir; ancak bunlardan herhangi birini yapmaya muktedir olmak kendi başına huzura ermeye vesile olmaz. Belki tam tersine, bütün bu çöküşün forma ulaştığı noktada, hem kişinin kendisinin bu hakikate katlanmaya yardımcı olabilecek canlı ve cansız nesnelerin sınırlarını ifşa eder. Karışır: Sonsuz ötekiyi aramaya sınırlı bene katlamama karışır. Varlıkla yokluk karışır: Varlığın yokluğuna dayanmak, yokluğu takip edecek varlığa dayanmak zorlu bir iştir.
Nihayetinde, anlamak katlanmaya yetmez. Katlanabilmek için, oyuncak dünyanın oyunlarıyla meşgul olabilmek gerekir. Yoksa “Her Şey Biter”: Bir yanıyla karanlık olduğu kadar, bir yanıyla da huzurlu bir şarkıdır beliren; çünkü bu bir gidiş değil, bir dönüştür, sınırların, hayal kırıklığının, belirsizliğin olmadığı bir yere dönüş, kendinden büyük bir şeye sonsuza dek kavuşma halidir. Canlı olmak bir yandan da sonsuz olamamak demektir.
Referanslar
Botella, C., & Botella, S. (2005). The work of psychic figurability. New York: Brunner-Routledge.
Ferro, A. (2015). Gerçeklik ve kurmacalar. (Çev. F. Aymadi). Psikanaliz Yazıları, 30, 73-100.
Jacquet, E. (2016). Robert Schumann’da duygulanım hareketi: Nesne arayışı ile narsisist ikiz eş arayışında. Narsisizm ve Yaratıcılık içinde (N. Erdem, Ed.), 256-267. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Meltzer, D. (1988). Aesthetic conflict: Its place in the developmental process. The apprehension of beauty içinde, 7-33. Strath Tay: Clunie Press.
Klein, M. (1999). Haset ve şükran. (O. Koçak, & Y. Erten, Çev.). İstanbul: Metis. (Orijinal eser 1957 yılında yayınlanmıştır).
Phillips, A. (2007). Hep vaat, hep vaat. (F. B. Aydar, Çev.). İstanbul: Metis. (Orijinal eser 2000 yılında yayınlanmıştır).
Roussillion, R. (2017). 3. Richard veya zamanda geriye doğru suç. Narsisizm ve Yaratıcılık içinde (N. Erdem, Ed.), (S. Palademir, Çev.),. İstanbul: YKY
Sas, S. A. (1992). Ambiguity as the route to shame. International Journal of Psychoanalysis, 73, 329-341.