Anlamak Katlanmaya Yetmez: “Satılık” Üzerine Psikanalitik Notlar

Barış Özgen Şensoy
Lunar Psikoterapi
sensoyb@gmail.com

Istırap ve yaratıcılık

Çeşitli alanlardan sosyal bilimciler, felsefeciler ve psikanalistler sürekli sanatçılardan atıf yaparken, onların eserleri üzerine yazarken, nasıl oluyor da, hakikatin gizemine vakıf olmuş sanatçı durulmuyor, ıstırap çekiyor ve hatta kendi hayatına son veriyor? Bu sonuna kadar meşru bir soru: İçinde bulunduğumuz dünyayı açıklamak için yararlandığımız zihinlerin içinde bulundukları dünyaya katlanamamalarında üstüne düşünülmesi gereken bir şey olmalı. Phillips (2007) psikanalistlerin şiire olan merakı üzerine yazdı ama sanatçının psikopatolojisinin içgörü karşısındaki direnci üzerine pek yazılmadı, ki Freud’a göre klinik veriyi doğrulamanın yolu sanattan geçiyordu.

Bu senenin İstanbul Film Festivali’nde gösterime giren Blue filmi, yaratıcılık ve psikopatoloji ilişkisini Blue Blues Band’de birlikte çalmış Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı üzerinden ele alıyor. Ben de Yavuz Çetin’in “Satılık” albümünden yola çıkarak konuya dair psikanalitik perspektiften birkaç not düşmeyi arzu ediyorum.

Bunu yaparken, benim “eleştirmen psikanalist” olarak adlandırdığım, tarafsızlık, sanatçının çağrışımsal diline dayanmak ve sanat modalitesinin dilsel ya da sembolik bağlamını takip etmek suretiyle kişisel varlığını unutturmak temellerinde işleyen bir inceleme yöntemi izlemeyeceğim.  Tam tersine, bir “ikiz gibi iş görmek” (Botella & Botella, 2005) mefhumunu aklımda tutarak, kendi zihinsel aygıtımdan yola çıkan bir üslup tutturmaya çalışacağım. Bu tutuma ise “psikanalitik eleştirmen” adını veriyorum, dolayısıyla ne olursa olsun bu yazı bir inceleme ve izlenim çabası olarak düşünülebilir.

Anlamak ve Katlanmak

Anlamak, katlanmak değildir. Katlanabilmek için, anlamanın ötesinde bir şey yapmak gerekir. Freud, 1897’de arkadaşı Fliess’e kendi kendini analiz etmenin nihai olarak imkânsız olduğunu, eğer mümkün olsaydı hastalık diye bir şey olmayacağını yazar. Burada, hakikati ne kadar derinden kavrarsak kavrayalım, onunla yaşayabilmemiz için bir şeylere tutunmak gerektiğine dair bir ipucu vardır. Ne kadar akıllı olursak olalım, hayatı coşkuyla yaşayabilmemiz için bir ötekine ihtiyaç duyarız.

Aklımda bu düşüncelerle, Yavuz Çetin’in “Satılık” albümünü yeniden dinliyorum. Nihayetinde Yavuz Çetin’in intiharı bu albümü çevreleyen halet-i ruhiyenin zorunlu bir parçası olmuştur. İki şarkıya yöneliyor düşüncelerim: “Yaşamak İstemem” ve “Oyuncak Dünya”. Bir yandan sanatın bir hakikati derinden kavradığı andaki yücelik esere doğru beni iterken, bir andan bu hakikatle ne yapacağımı bilememenin hissiyle kendimi başka bir yere atmak istiyorum. Trajik hissiyat böyle bir şey olsa gerek: Hem sınırları, hem de sınırsızlığı aynı anda yaşatan, hem kudreti hem de tek kudretin zorunluluklara katlanmak olduğunu gösteren bir anın göz açıp kapayıncaya kadar geçmesi.

Öte yandan, hakikate yaklaşırken iyi kötü bir arada durabilmemi, zihni bir çöküşte halinden çıkabilmemi sağlayan nedir diye düşünüyorum. Hakikatin dehşeti, ancak o dehşetle yaşamayı mümkün kılacak bir evrende bir yücelik olarak duyumsanabilir. Psikanaliz de, Marksizm de, sanat etkinliği de hakikatin dehşetini hem kavramak hem de katlanmak için icat edilmiş kuramsal ve kurumsal olarak araçlar olarak değerlendirilebilir. Freud’un, müziği teorik bir biçimde ele alamadığı için ondan uzak durduğu iddiasını da bu noktada hatırlamak iyi olabilir (Jacquet, 2016).

Sonra dikkatimi aralara serpilmiş aşk şarkıları yakalıyor: “Kurtar Beni”, “Köle”, “Bul Beni”, “Sadece Senin Olmak”. Aşk, diğer şarkılarda beliren kuşatıcı ve bunaltıcı hakikatle baş etmek için tek imkân olarak beliriyor. Bu durumda, blues’dan da destek alarak, aşk, hakikatin yakıcılığına katlanabilmeyi mümkün kılacak bütün uyaranların bir nesnede bulunduğuna inanmaktır diye de tanımlanabilir. Bununla beraber, Yavuz Çetin’in şarkıları özelinde blues bize gösterir ki aşkta gerçekleşen sınır kaybında her zaman beslenme bağlamında doyuma ait bir şey de vardır. Klein, bebeğin hayatta kalabilmesini mümkün kılan şeyin memenin besleyici yanının içselleştirilmesi olduğu üzerine teorisini kurar.  Meltzer’e (1988) göre de, bebeğin ilk deneyimi aşka düşmektir, emzirilmenin sağladığı coşku ve doyumla bebek anneye hemen aşık olur.

Burada bir çıkış beliriyor gibi: Dünya oyuncak, meslekler yalan, insanlar sahte olsa da bütün buna katlanmamızı mümkün kılan bir öteki var olabilir. Ferro’nun (2015) dediği gibi, hakikatler yakıcıdır, dolayısıyla hepimizin yalanlarla yaşaması gerekir. Patolojik yalancılık ya da gerçekliğin inkârı noktasına düşmeden, hakikatin en yıkıcı halini kişisel bir öyküye dönüştürme problemi hepimize meydan okur ve bir yandan da hepimizi ya çökertir ya iyi kötü bir hayat sahibi yapar. Her şeyin belirsiz olduğu bir evreden çıkmamızı, çevremizde var olmak suretiyle endişelerimizin depoları haline gelen insanlar ve kültürel varlıklar sağlar (Sas, 1992). Aşk, bu açıdan varlığın sürekliliğini garanti altına alır.

Ancak, katlanmak için bir kişiye dayanınca bir sürü yeni dosya açılmak zorunda kalır: İnsanlar sınırlı varlıklardır, her zaman coşku uyandıramazlar, insanlar kendilerini kontrol edilmiş hissetmekten hoşlanmaz, kimse kendini bağımlı hissetmek istemez… bu liste uzar gider. Bunlar karışır, çalkalanır. Gerçeklik, insanın ve doğanın sınırları, aşkı her zaman sınar, sürekli sınar. Aşık olunan annenin yüzündeki dalgalanmaların bebek tarafından fark edilip anlamlandırılmaya çalışılmasına Meltzer (1988) estetik çatışma der. Ötekinin ayrıştığı noktada ne yapmalı sorusu, yani estetik çatışma karşısında insanın dalgalanma hali, blues albümünün ötesinde dinleyiciyi bekler.

Bir de bunun üstüne, her şeye sahipmiş gibi görünen, tasasız insanların rahatsız edici görüntüsü biner. “Cherokee” kendi yoksulluğuyla dalga geçmenin şarkısıyken, birdenbire bir kadına, anonim olsa da zengin ve aylak olmasıyla öne çıkan bir kadına karşı, öfke uyanır: Platin saçlı karıların altında, Grand Cherokee. Uysal, neşeli melodi, derinden bir öfkenin zemini olur. Kadın, sonsuz doyuruculuğun olduğu kadar, sonsuz mahrumiyetin de simgesidir. Bütün bunların üstüne sahip olduklarıyla kendi kendini eğlendirir. Klein (1999), bunu küçük kurabiyeler rüyasının yorumunda açıklıyordu. Mahrumiyet deneyimini daha da yakıcı kılan, mahrum bırakanın kendi kendini eğlendirmesi, keyfine bakmasıdır. Dolayısıyla, hem blues’da hem de “Satılık”ta kadın figürü kırılgandır, bir anda mağdur eden ve nefret edilen bir figür olarak belirebilir.

Sonsuzluk ve Sınır

Denebilir ki, sanatçılar hep bir kavrayışı ortaya koyar. Bu bir yanılsamadır, zira sanatçı aynı zamanda dönüştürememeyi, sıkışmışlığı, bunaltıyı ve çöküşü de dillendirendir. Rousillon (2016), sanatçının temsilin peşinde olduğu kadar temsilsizliğin, ya da temsilsizliğin temsilinin peşinde olduğunu fark etmiştir. Roethke, Sardunya’da bir umudun yükselmesini ve yıkımını anlatır: Sonuç yıkımdır, yalnızlıktır, başarısızlıktır, dönüşümün olmadığı travmatik tekrardır. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’i Alyoşa’yı kutsayarak bitirir: Bütün rasyonelliği, entelektüelliği ve cesaretine rağmen Ivan Karamazov’un sonu meçhuldür. Alyoşa’nın kutsanışı, Dostoyevski’nin ruhsal karmaşasının sonunda dine ve milliyetçiliğe dönüşünü düşündürür. Amentü ile dine dönen İsmet Özel, “Of Not Being a Jew”u şizofreniye düşmüş arkadaşlarına ithaf eder. Rimbaud ise şiiri bırakır.

Dolayısıyla, sanat kavrayışın olduğu kadar çöküşün de forma kavuşmasıdır bir yanıyla. Sanatçı, çöküşe ve yıkıma form verir; ancak bunlardan herhangi birini yapmaya muktedir olmak kendi başına huzura ermeye vesile olmaz. Belki tam tersine, bütün bu çöküşün forma ulaştığı noktada, hem kişinin kendisinin bu hakikate katlanmaya yardımcı olabilecek canlı ve cansız nesnelerin sınırlarını ifşa eder. Karışır: Sonsuz ötekiyi aramaya sınırlı bene katlamama karışır. Varlıkla yokluk karışır: Varlığın yokluğuna dayanmak, yokluğu takip edecek varlığa dayanmak zorlu bir iştir.

Nihayetinde, anlamak katlanmaya yetmez. Katlanabilmek için, oyuncak dünyanın oyunlarıyla meşgul olabilmek gerekir. Yoksa “Her Şey Biter”: Bir yanıyla karanlık olduğu kadar, bir yanıyla da huzurlu bir şarkıdır beliren; çünkü bu bir gidiş değil, bir dönüştür, sınırların, hayal kırıklığının, belirsizliğin olmadığı bir yere dönüş, kendinden büyük bir şeye sonsuza dek kavuşma halidir. Canlı olmak bir yandan da sonsuz olamamak demektir.

Referanslar

Botella, C., & Botella, S. (2005). The work of psychic figurability. New York: Brunner-Routledge.

Ferro, A. (2015). Gerçeklik ve kurmacalar. (Çev. F. Aymadi). Psikanaliz Yazıları, 30, 73-100.

Jacquet, E. (2016). Robert Schumann’da duygulanım hareketi: Nesne arayışı ile narsisist ikiz eş arayışında. Narsisizm ve Yaratıcılık içinde (N. Erdem, Ed.), 256-267. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Meltzer, D. (1988). Aesthetic conflict: Its place in the developmental  process. The apprehension of beauty içinde, 7-33. Strath Tay: Clunie Press.

Klein, M. (1999). Haset ve şükran.  (O. Koçak, & Y. Erten, Çev.). İstanbul: Metis. (Orijinal eser 1957 yılında yayınlanmıştır).

Phillips, A. (2007). Hep vaat, hep vaat. (F. B. Aydar, Çev.). İstanbul: Metis. (Orijinal eser 2000 yılında yayınlanmıştır).

Roussillion, R. (2017). 3. Richard veya zamanda geriye doğru suç. Narsisizm  ve Yaratıcılık içinde (N. Erdem, Ed.), (S. Palademir, Çev.),. İstanbul: YKY

Sas, S. A. (1992). Ambiguity as the route to shame. International Journal of Psychoanalysis, 73, 329-341.

Geçmiş, Asla, Şimdi: “Başlangıçların Aşkı”nı Okuma Girişimi

Barış Özgen Şensoy
Lunar Psikoterapi
sensoyb@gmail.com

Pontalis, J. B. (2006). Başlangıçların Aşkı (Çev. B. Aliefendioğlu). İstanbul: Bağlam.

Not: Yazıdaki italikler Pontalis’e aittir.

1

“Bir çocuk mutluluğu pek az dert eder. Çocuk kaydeder, sezer, yakalar, kendini çevreleyenleri uzun süreliğine benimsemek zorunda kalır”. (sf. 61)

Bir otobiyografi nasıl iş görür? Kişiyi kendi geçmişine götürüp o deneyimleri bugünün zihniyle yeniden değerlendirmesi ile olabilir. Çocukken ne yaşadığımızı düşünmeyiz; çocuğun bunu düşünmesi ise bir olası yoksunluğa, hayal kırıklığına ve depresyona işaret eder. Ancak bir otobiyografi geçmişe dönmenin alanıdır – Proust ya da diğerleri duyumlarımızın evrenini yeniden tanımlamaya vesile olur. Elimizin altında bir yerlerde şu soru vardır: Bana da böyle mi oluyordu? Yazarın duyumunun benzerliliği, farklılığı veya yabansılığı, kendi duyumumuzu canlandırır; ki kendini kaptıranlar kendilerini kendi bugünlerini ve geçmişleri o yazarın sözcükleriyle hikaye ederken bulabilirler. Bir otobiyografi, geçmişin belleğinin bugünü ele geçirmesinden çok, bugünün kayıtsızlığının geçmişi dondurduğunu ifşa eder.

O zaman:

“Çocuk mu hafızadan yoksun, yetişkin mi çocuğu hafıza kaybına uğratıyor” (sf. 77)

2

Her zihne, daha büyük bir zihnin gölgesi düşer. Psikanalitik bir önkabul olduğunu söyleyebiliriz bunun. Bununla beraber, zaman kayıtsızdır, tarafsızdır. Güneş yükselir ve gölgelerin boyu değişmek zorundadır. Bir gün, ebeveynlerimizin bizim halihazırdaki yaşımızdan genç oldukları bir fotoğrafa bakarız: Ve masal gerçek olur, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.

Fotoğrafların yaşlanmaması gibi kitaplardaki cümleler de yaşlanmaz. Bir okur bir cümleyi okuduğu anda onu doğurur; ancak fikirler ve gölgeler aşınır. Pontalis’ten öğreniyoruz ki, en başında, o Sartre’ın öğrencisiydi. Sartre’ı o kadar yüceltmişti ki, onun bir çırpıda danslı tiyatro kurabileceğini bile düşünüyordu (sf. 49). Ancak, Bulantı’yı ezbere bilen bu felsefe öğrencisi bir psikanaliste dönüştü.

O zaman, çocuk Pontalis’e elini omzuna koyduğu bir fotoğraf bırakıp giden babasının, elini omzundan kaldırması mıdır, Başlangıçların Aşkı’nda bir Bulantı havası sezmem? Sartre’ın eli nerededir, ya da Pontalis’in omzu?

Gölgeleri en az iki kere öldürmek gerekir.

3

“Varlık dilde ikame eder”, “Dil sürçmesi bilinçdışının kendini afişe etmesidir” ya da “Dil bir yanılsamadır”. Bunların hangisine inanmalı diye kafa yordum uzun zaman ve hala yoruyorum. Bir yandan da bütün bu fikirler birbirinden büyüleyici geldiği için hepsine birden inanılabilir mi diye soruyordum; bu eskisi kadar yakıcı değil.

Genel bir ilke olarak, insanın dil ve bilinç tarafından yarılmış, doğadan özgün bir şekilde yabancılaşmış bir varlık olmak zorunda kaldığına kanaat getirdim. Bilinçdışı, biyolojik ve sonuna kadar maddi bir varlık olan insanın aynı zamanda bilinç ve dil sahibi olmasından kaynaklanan bir arızadır. Köpekler rüya görür mü; hala bilmiyorum, araştırmadım ama yüksek ihtimaldir ki uyuyan köpeklerin beyin görüntülemesini yapsak uyuyan insanlarınkine paralel sonuçlar elde ederiz. Gene de bu veri köpeklerin bilinçdışı olduğuna kanıt olamaz; çünkü dil onlara kendini dayatmadı, bilinç de. Bununla beraber iyi gözlemciler bilir ki, insanlar müdahale etmediği, zulmetmediği takdirde hayvanlar genel olarak nevrotik semptomlar göstermezler, ya da travmatik olayları görece kolay atlatırlar. Davranışları da evrimsel ya da davranışçı bir perspektifle açıklanabilir. İnsan popülasyonuyla karşılaştırıldığında doğada mazoşistik ya da somatizasyondan muzdarip hayvan bulmak zordur (ya da ben teorim uğruna bu olguları sistematik olarak dışlıyorum, ya da düpedüz cahilim). Bağlanma ve psikopatoloji ilişkisinin örneği olarak gösterilen kaz Feli’nin özellikle travmatize edildiğini akılda tutmak gerekir. Boğaziçi Üniversitesi’nin hayvan laboratuarında fetişist bıldırcınlar vardı; ama doğaya geri dönme vakitleri geldiğinde esas sıkıntıyı kanatlarının kısalığı yaratacaktı.

Pontalis’in hikayesi dilsizlikle başlıyor, bir dil profesyoneli de olsa (felsefe profesörü, yayıncı, yazar ve psikanalist) dilin içinde kendini, kendi üzerinden dili tanıma(ma) hikayesi, olayların sırasını bölen, araya giren ve lafı uzatan bir dikkat dağıtıcı gibi tekrar tekrar devreye giriyor ve tam da bu şekilde olayları birbirine bağlayarak, kitabı anılarını anlatan bilgenin hikayesinden bambaşka bir yere taşıyor. Bir gezgin, bir kayıp, bir derviş, bir psikanalist: Kimin hikayesini dinliyoruz acaba?

“Dil salt kendini konuşur, kendini söyler, eğer biz uzun zamandır duyup konuşmakla karşısında teklifsizleşmemişsek, onu tam anlamıyla alet gibi kullanmaktan acizsek. (…) An olur, kim kimi yakalıyor bilinmez, onu ele geçirdiğimize dair bir yanılsamaya kapılırız. Gel gör ki bütün güçlerine –uçmak, dağılıp tozarmak, aynı anda her yerde olmak, kök salmak- kavuşarak yine firar eder.” (sf. 20-21).

4

Lacan: O hakikate değdi değecek gibi görünen ama hakikatın sırrına yaklaştıkça kendisi bir sır haline gelen, okura “ya yutulacaksın ya tüküreceksin” hissini veren o garip teori. Lacan’ın metinlerini ilk okur gibi yaptığımda, sonunda, demiştim, gerçeği gerçek olarak, mızıkçılık yapmadan ele alan biri var. Pozitivistler bana hep biraz mızıkçı görünür; ama istatistik, ama sayılar, ama deney, ama tekrar edilebilirlik… Dennett bile bütün o ehlikeyf haliyle biraz mızıkçı gibidir: Yapmayın canım, hepi topu bilinçsiz milyarlarca nöronuz, bu bilinç problemini bu kadar büyütmeye gerek yok, bilime biraz inanın yeter. Pontalis, Lacan raporlarında kendi dilinin imkanlarını ararken, nihayetinde kendi dergisine, kendi yayınevine, kendi kliniğine dönen, hatta çekilen – ki Pontalis Pencereler’de psikanaliz kongrelerine gitmek konusunda isteksiz olduğununu söyler – biri olur; ama dil ve dilsizlik sorularını bırakmaz. Lacan’ın Borromee sessizliklerinden önce, Pontalis’in çocukluk sessizliği vardır.

“Lacan’ın niyeti ne, diyordum içimden. Belki bize isimsiz, kesinlikle simasız bir büyük Öteki’ne dair bir fikir iletmek. Bizse bir imgeye kapılmış, (…) kalkıp küçük ötekini yansılamaya çalışıyorduk.” (sf. 116).

Pontalis’in konukları, ya da eğer onun dediği gibi hepimiz nevroza aitsek, ev sahipleri: Sartre, insanın o mu acaba diye sormaktan, okurun bir soyadı yakıştırmaktan kendini alamadığı Gilles ve Lacan. Bütün bu devinimin sonucuna dair analizi ise şu:

Taklidini yapmayı bildiğim birkaç kişinin –kimler olduğunu söylemeyeceğim- istemeden kopyası olduğuma aşağı yukarı eminim.” (sf. 133)

5

Her iyi kitap gibi bu kitap da beni başka kitaplara götürüyor. Oysa şöyle yazmalıydım: Pontalis bu kitabında kendi otobiyografisi üzerinden dil ve dilsizlikle olan ilişkisini hem edebi hem de psikanalitik bir tonda tartışıyor. Kitabın sayfaları arasında filozof, öğretmen ve bir özdeşim figürü olarak Sartre’ı, büyüleyen ve mücadele edilen başka bir özdeşim figürü olarak Lacan’ı buluyoruz. Gilles Deleuze olmasından şüphelendiğimiz bir arkadaş da Pontalis’in sayfalarında yer ediniyor. Çağımızın düşüncelerini etkileyen bu figürlere dair gündelik gözlemlerin şaşırtıcılığı ve sahiciliğinin yanı sıra Pontalis’in görüşlerinin nasıl geliştiğine de tanık oluyoruz. Nihayetinde, felsefe profesörü, yayıncı, yazar ve psikanalist Pontalis metni annesiyle kapatmayı uygun görüyor – belki bu sonların aslında başlangıç olması kadar kendi teorik ve pratik yolculuğunun da bir sürçmesidir, kim bilir?

Bir kitap beni başka kitaplara, belleğime götürüyor: “Bir süreliğine felsefenin; özellikle düzyazıda ara ara, selamsız sabahsız belirdiğinde, şiirim ben deyip hürmet beklemediğinde şiirin; kuru laftan ibaret kalmadığında psikanalizin, üzerimde aşinayı yabansı kılmak gibi bir etkisi oldu. İlk ve kalıcı aktarımımız, hep başka yerlerden gelen bir dil yetisi üzerinedir.” (sf. 21).

Bayram ziyaretlerinde sıkıldığım ergenlik yıllarından kalma bir alışkanlıkla kapatıyorum kitabı: Birilerini birileriyle konuşturup duruyorum.

Psikoterapi ve Psikanaliz Yazını Üzerine Eleştirel Buluşmalar – 6

Christopher Bollas’ın etkinliğe özel olarak kaleme aldığı mesajının da okunacağı Eleştirel Buluşmalar’ın yeni dönemdeki ilk toplantısının programı belli oldu.

Odak Metin:

Christopher Bollas: Düşmeden Yakalamak: Çöküşün Psikanalizi.
Çev. Elif Okan Gezmiş
Ed. Barış Ö. Şensoy
Odağ Vakfı Yayınları, 2016

Kitaba ve nereden temin edebileceğinize dair detaylı bilgi için tıklayın.

PROGRAM

Yürütücü: Yücel Yılmaz

Çeviri Süreci Üzerine Kısa Bir Giriş – Yunus Emre Aydın

Christopher Bollas’ın mesajı

İncitmeden Tutmak – Feramerz Ayadi

Teori, Pratik ve Polemik: Bollas’ın ‘Düşmeden Yakalamak’ı Vesilesiyle Bazı Tartışmalar -Barış Özgen Şensoy

Zaman: 30 Ekim Pazar, Saat 15:00-19:00
Yer: Karşı Sanat Çalışmaları
Gazeteci Erol Dernek Sokak, No 11/4 Hanif Han, Beyoğlu/İstanbul
www.karsi.com

Etkinliklere katılım ücretsizdir.
İletişim: elestirelbulusmalar@gmail.com

Düşmeden Yakalamak: Çöküşün Psikanalizi

Yazar: Christopher Bollas
Çeviren: Elif Okan Gezmiş
Yayınevi: Odağ Vakfı Yayınları

Güncel psikanalizin en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Christopher Bollas, bu kitabında psikanaliz ya da terapi sürecinin bir noktasında ıstırapları yoğun bir biçimde artan ve bir çöküş sürecine giren hastalarla çalışmak, onları düşmeden yakalamak, için yeni bir yöntem öneriyor.

Bollas’a göre, çöküş deneyimi sırasında genelde yapıldığı üzere hastayı psikiyatri hastanelerine, ilaç tedavilerine veya davranışçı terapilere yönlendirmek, hastayı terk etmek anlamına gelir ve çöküşün iyice yerleşmesine neden olur. Oysa bu hastaları psikanalizle tutmak mümkündür ve hatta gereklidir.

Bollas kitapta öncelikle çöküşün özgün tanımını yapıyor ve çöküşteki hastayla yapılacak psikanalitik çalışmanın çerçevesini teorik nedenleriyle birlikte çiziyor. Ardından vaka örnekleriyle devam ederek uygulamanın detaylarını okura açıyor; bu çalışma tarzının değişimi nasıl mümkün kıldığını Winnicott, Balint, Kernberg, Kohut gibi isimlerin düşünceleri üzerinden tartışıyor. Son bölümde de, yönteminin tartışmalı yönlerinin farkında olduğundan, kendisine en sık yöneltilen sorulara söyleşi biçiminde cevap veriyor.

Psikanaliz ve psikanalitik terapilerle ilgilenenlerin merakla okuyacağı, yepyeni sorular ve tartışmalar uyandıracak bir kitapla karşı karşıyayız.

Kitabı temin etmek için:

Patika Kitabevi: Abdi İpekçi Cad. G Blok 43-57 D:39, İstanbul

Nazım Hikmet Kültür Merkezi: Bahariye Caddesi Ali Suavi Sokak No: 7 34714 Kadıköy İstanbul

İmge Kitabevi: Mühürdar cad. No: 80

Ayrıca İzmir Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Derneği ile iletişime geçerek kargo yoluyla edinebilirsiniz: odagegitim@hotmail.com, 0 232 442 55 56 .

Yansıtmalı Özdeşleşme Üzerine Düşünceler

Barış Özgen Şensoy
Lunar Psikoterapi sensoyb@gmail.com

Yansıtmalı Özdeşleşme Üzerine Düşünceler: Ogden’in ”Projective Identification and Psychotherapeutic Technique” Kitabı Üzerine bir Tartışma

Yansıtmalı özdeşleşme (YÖ) kavramı, psikanalitik literatürde farklı bağlamlarda sıklıkla kullanılan bir kavram. Ogden “Projective Identification and Psychotherapeutic Technique” isimli kitabında kavramı metapsikolojik değil de, klinik bir kavram olarak değerlendiriyor (sf. 1) ve ayrıntılı bir incelemeye girerek kavramı (i) açıklıyor (ii) klinik durumlarda ne şekillerde belirebileceğini gösteriyor (iii) alakalı diğer kavramlardan ayrıştırıyor (iv) kavramı klinikte ele alışını farklı psikanaliz ekolleriyle karşılaştırmalı olarak sunuyor. Bu yazıda, Ogden’in kavramı ele alışının düşündürdükleri ve özellikle çok değinilmeyen YÖ ile yansıtma arasındaki farkı netleştirmeye ve bu farktan teorik olarak yararlanmaya çalışan bir argüman geliştirmeye uğraşacağım.

Ogden’in YÖ’yü ele alışına baktığımızda süreçte ve kavramda öne çıkardığı en temel unsurun “karşılıklılık” olduğunu görüyoruz. Kendisi bunu açıkça belirtiyor:

“Yansıtan ile alımlayıcı arasında bir etkileşimin olmadığı yerde yansıtmalı özdeşleşme varolmaz” (sf. 14).

Ogden’e göre YÖ üç evreden oluşuyor. Birinci evrede, istenmeyen (kaygı yaratan ya da günümüzde daha sık kullanılan haliyle barındırılamayan) bir zihni unsurun tahliye edilmesi söz konusu (sf. 12-14). İkinci evrede ise, bir ötekinin, klinik durumda ise terapistin, bu zihni unsurla farkında olmadan özdeşleşmesi, yani kendi iç dünyasında bu zihni unsura ilişkin bir şeylere yer vermek durumunda kalması (sf. 14-17). Üçüncü evre ise bu süreç sonucunda etkileşimin belirli psikolojik unsurlara hakim olması, bir sahnenin veya belirli bir tür ilişkiselliğin oluşması.

Böylesi bir kavramsallaştırmanın YÖ’yü iki kişilik bir süreç olarak ele aldığını görmek zor olmasa gerek; ki bu durumda şeytanın avukatlığını yapanlar için soru ortada: Tek kişilik bir YÖ söz konusu olabilir mi? Söz konusu YÖ olunca, hatırlanan ilk metinler Klein 1945 ve 1955’te yayınladığı metinleri, “Şizoid Mekanizmalar Üzerine” ve “Özdeşleşme Üzerine”. Klein burada zihnin istenmeyen unsurlarının başka birisinin içine yerleştirilmesini tanımlasa da iki kişi arasında olup biteni derinlemesine incelemiyor. Öte yandan, acaba topografik yapılar arasında gerçekleşen bir YÖ’den bahsedebilir miyiz: Ego-süperego ilişkisini, mesela, YÖ süreçleriyle açıklayabilir miyiz? Ego, işleyemediği ölüm içgüdüsünü, süperegoya yansıtıp süperegonun böylesi bir versiyonuyla özdeşleşiyor olabilir mi? Bu durumda, ego ölüm içgüdüsünü barındırmak durumunda kalmaz, ölüm içgüdüsüyle saldırgan ve yıkıcı bir süperego şeklinde temas içinde olur. Süperegonun yıkıcı bir hal aldığı patolojiler akla geliyor: Belki Tanrı’ya küfredip dini ritüeller gerçekleştirmek zorunda hisseden obsesif karakterler. Ruhani figürlerin cezalandırıcı karakterleri de böylesi bir modelle açıklanabilir. [1]

Ogden, YÖ’nün varolabilmesi için bir alımlayıcının varlığının zorunluluğundan bahsediyor. Buna ek olarak da bir tür eylem ya da kontrol söz konusu olduğunda YÖ’den bahsedilebileceğini belirtiyor. Dolayısıyla, bütünlüklü ya da parçalı olarak ötekinin fantazide ya da gerçeklikte kontrol edilmesi unsurunun YÖ ile ilgili en kritik unsur olabileceğini düşünüyorum. Bu noktada şu iki noktanın altını çizmek isterim:

1- YÖ, bir ötekini kontrol etme mekanizmasıdır.

2- YÖ, bu kontrol ya da en azından etki aracılığıyla, bir tür ilişkilenme biçimidir.

Vaka örneklerinde hasta tarafından yansıtılanın terapist (ya da doktor, klinik şef, hasta bakıcı formunda bakım veren bir öteki) tarafından içselleştirilmesi kadar, bakım verenin kontrolüne yönelik bir vurgu görüyoruz; ancak teorik olarak çok verimli olabilecek kontrol unsuru kitapta biraz geri planda kalıyor.

YÖ’yü nesneyi kontrol etme biçimi olarak tanımladığımızda alımlayıcının gerçek olması meselesinin önemi de bir kısım hafifleyebilir: Gerçeklik kadar fantazinin alanına dönebiliriz gene. Psikanaliz, fantazinin ve iç dünyanın araştırılması değil midir, radikalliğinin ana damarlarından biri buradan kaynaklanmaz mı?

İşte, kontrolü öne çıkardığımızda, fantaziye geri dönmek için bir fırsat bulabilirz; YÖ illa ki aktüalize edilmesi gereken bir gönderen-alıcı dinamiğinin ötesinde de düşünülebilir. İntrapsişik bir süreç olarak da YÖ’den bahsetme imkanı doğabilir: YÖ, ötekine kendinden bir şey fırlatarak, gerçekte ya da fantazide, bu nesneyle ilişki halinde olmaya devam ederken onu kontrol etmeye ve sabitlemeye yarayan bir süreçtir, diyebiliriz.

Burada, Ogden’den çok da farklılaşmayan bir önerme olarak, ikinci iddianın alanına girdiğimin farkındayım: YÖ bir ilişki biçimidir. Ötekiyle hem ilişki halinde kalmaya, hem de kontrol etmeye yarar. Peki, psikanalizden bahsettiğimizde her zaman bir ilişkiden bahsetmiyor muyuz: Hatta kendimizle kurduğumuz ilişki diye adlandırdığımız şey, farklı özdeşleşmelerin sahnelendiği bir tiyatro değil mi?

Bu noktada, Ogden’in projeksiyon ile YÖ arasında yaptığı ayrımı hatırlatmama izin verin. Ogden’e göre projeksiyonda yansıtılan nesne yabancıdır, gariptir, tuhaftır, yansıtan bu nesneyle bir temas hissetmez, YÖ’de ise bu nesne ziyadesiyle tanıdıktır (sf. 34-35). Bu noktadan benim çıkarımım ise, temas etmek istemediğiniz bir şeyi tuhaf bir yabancıya fırlatırsınız oluyor. Öte yandan, temas içinde olmak zorunda olduğunuz bir parçayı ise tanıdık bir şeye emanet edersiniz. YÖ’de yansıtılan parçayla da, ki bir kendilik durumudur, yansıtılan nesneyle de bir ilişkide kalma talebi vardır. Doğal olarak da, projeksiyonda ise söz konusu olan ilişkiyi koparma eğilimi ve ilişkiden kaçınmadır. YÖ, bir ilişki kurma talebidir; hem tahliye edilen unsurla, hem de fırlatılan nesneyle. Projeksiyon ise ilişkiden kaçma girişimidir, tam da bu yüzden daha da canlı bir ilişki haline gelir, daha füzyonel bir duruma atıfta bulunur, daha psikotik bir işleyiştir, ilişkisizlik talebi tam da kendini dayatan, işgal eden ilişkilenme biçimlerine yönelik bir tepkidir. Ötekini yabancı bellemek ya da tuhaflaştırmak tahliye edilen unsurdan ya da kendilik halinden yıkıcı bir şekilde kurtulma çabasıdır.

Ogden, terapistin YÖ sonucunda eyleme dökmesi ya da zihninin işleyişinin değişmesi noktasından yola çıkarak kontrol temasını daha da öne çıkarsaydı, bu noktaları daha iyi netleştirebilirdi diye düşünüyorum. Gene de, yansıtmayı bir tür ilişkiden kaçınma, YÖ’yü ise bir ilişkilenme biçimi olarak düşünmenin, YÖ’de öne çıkan kontrol temasına işaret etmek için katkıda bulunacağını düşünüyorum. Bir ilişkilenme ve kontrol mekanizması olarak düşündüğümüzde, YÖ’nün interpsişik ve intrapsişik görüngülerini, bununla beraber özgünlüğünü ve radikalliğini daha açıkça görebiliriz.

 

[1] Rosenfeld’in “egoyu bölen süper ego” ve Bion’un “ego yıkan süper ego” kavramları bu tartışmayla ilişkilendirilebilir (McGinley, 2012).